GEZGİN ŞİİR YILLIĞI 2002
(Bu yıllık, Gezgin Şiiri’nin Ağustos 2001 ile Ağustos 2002 arasındaki dönemini temsil etmektedir.) 
 
 
E-posta: ulas@yahoogroups.com 

ULAŞ BAŞAR GEZGİN

Ulaş Başar Gezgin, 25 Mayıs 1978'de İstanbul'da, Alibeyköy'de, bir öğretmen ailesinin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasını, beş yaşındayken yitirdi.

Üsküdar Sokullu Mehmet Paşa İlkokulu'ndan sonra, 1989'da, (babasız ve yoksul ilkokul öğrencilerini sınavla alan, İngilizce eğitim veren, parasız, yatılı) Özel Darüşşafaka Lisesi'ne girdi.

Üniversite hayatına 1996'da Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık dalında başladı. Rehber-psikolog olarak stajını, Galatasaray Lisesi’nde tamamladı. 2000 yılında, bu bölümden mezun oldu. Yüksek lisans tezini Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyal Psikoloji alanında verdi. 2000 ile 2002 yılları arasında aynı üniversiteside araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2001 yılında, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Yüksek Lisans programına kabul edildi. Bir yıl Fransızca hazırlık okudu. Dil sınavını verdi. Hollanda’da, Rotterdam’da, Erasmus Felsefe ve İktisat Kurumu’nda İktisat Felsefesi doktorasına kabul edildi. Yine Hollanda’daki Tilburg Üniversitesi’nde toplumsal dilbilim alanında beş yıllık bir araştırmacılık işine kabul edildi. Ancak üniversite yönetimi, Türk olmasını gerekçe göstererek çalışma izni çıkarttırmadı. Bu nedenle Erasmus’ta okuyamadı.

Mersin’de yaşamaktadır. 

 “Yit(iril)en”, “Okyanus Gibi” ve “Nikah Memurunun Son Nikahı” adlı öyküleriyle Gençlik Kitabevi Öykü 2000 Yarışması’nda ikinciliğe değer görülmesinden daha önce, kimi şiirleri ve öyküleri, üniversite dergilerinde yayımlandı. Evrensel Kültür dergisi için şiir ve şiir incelemeleri hazırlamaktadır. İmece dergisi ( www.imece.org ) için çeşitli türlerde yapıtlar kaleme almaktadır. Genç bir şiir dergisi olan Ağır Ol Bay Düzyazı için çeşitli şairlerden çeviriler yapmayı sürdürmektedir. Kimi şiir çevirileri, şu adresten görülebilir: http://yitikulke.hypermart.net/ . Bunun dışında, Anafilya, Çveneburi, Mizan, Okuntu, Türk Psikoloji Bülteni gibi dergilere yazmıştır/yazmaktadır. Edebiyat uğraşılarını çeşitli türlerde sürdürmektedir. ('Ez Dil ü Can’ adlı bir kısa film senaryosu çalışması vardır.)

Çeşitli dönemlerde; Boğaziçi 'Jazz' Korosu, Boğaziçi 'Rock' Korosu (1997-1999) ve nihayetinde, İstanbul Oda Korosu'nda (1998-2000) söylemiştir. Bir süre, Sayat Nova Korosu’nun çalışmalarına katılmıştır.  

İngilizce, İspanyolca, Fransızca, orta düzeyde Rusça, başlangıç düzeyinde Latince ve Yunanca, Portekizce, Esperanto ve Norveççe bilmektedir. Octavio Paz’ın “Alguila o Sol?” adlı düzyazılmış şiir kitabından yaptığı çeviri, 2000 yılında, Virtüel Yayınları’nca “Kartal mı Güneş mi?” adıyla yayınlanmıştır. Juan Ramon Jiménez’den yaptığı elli şiir çevirisi, “Elli İspanyolca Şiir” başlığı altında aynı yayınevince yayımlanacaktır. İngilizce’den çevirdiği Gürcü yazını tarihi konulu kitap da daha sonra basılacaktır. Bir İspanyol Şiiri Antolojisi hazırlamaktadır. 

Son Güncelleme: 13.11.2001


1) ABLAYA SUSAMAK
2) ARKAYA BİR KİŞİLİK
3) AYNEN
4) Bayezit Bimarhanesi’nde

5) Beledİye İşçİsİ Dİyor kİ -Malatya'da, Tohma kıyısında-
6) BİR ANTROPOLOG JÜBİLESİ
7) BİR TABLET ÜSTÜNE
8) DEĞİLLEMEMİ DEĞİLLEMELİSİN (-(-p))
9) DİYOR Kİ ARNAVUT

10) DİYOR Kİ BUDİST RAHİP
11) DİYOR Kİ SUCU İDRİS
12) FENA HALDE BİREYSEL ŞİİR
13) GLOBAL SİRK
14) GROTESK GECE
15) Guadanya 040977
16) GUADANYA 5 MİLYAR
17) HATIRLAR MISINIZ?
18) HELVALI ŞİİR
19) ISLAK ELDİVEN
20) İBRAHİM 
21) İKİ NEMRUT’A TRİYOLE
22) Il Pagliacci
23) İLAN
24) İLYAS’IN HIDIRELLEZ’DE, 5 MAYIS 1972’Yİ 6 MAYIS 1972’YE BAĞLAYAN GECE SÖYLEDİĞİDİR
25) İŞ ARIYORUM
26) KADIN ENTERNASYONELİ’NDE
27) Karanlık Öpüşü Suyun: Küçük Balıkçı
28) KESİN LAZIMDI
29) KIZKALESİ’NDE ONÜÇ İSKELET
30) KÖTÜRÜM ŞİİR
31) MAVERİK
32) MUADİL
33) Ortodoks Bir Rahİbe Derdİ kİ -Çook Çook Eskİ Zamanlarda, Yürürken Sokakta-

34) PEYNİR GEMİSİ YÜRÜTÜYOR LAFLA PEYNİRCİ
 35) PİMİN UCUNDAKİ HÜRRİYET
36) POSTANE’DEKİ MEMURİYETİM
37) “RESİMDEKİ GÖZYAŞLARI”
38) SIRILSIKLAM

39) ŞİMENDİFER HIRSIZI

40) TAM KARAR OLMAZ ŞİİR
41) TORO LETAL’A AĞIT

42) UNUTULMUŞ VARLIKLAR ANSİKLOPEDİSİ
 43) VAPURLU ŞİİR
 44) YEŞİL PARKALARA GÜZELLEME
 45) YOKŞARKI
 46) YOLCU KALMASIN
 47) YUNGEN: ZEYREK'TE BİR UZAKDOĞULU

 
 
ABLAYA SUSAMAK
 
Benim hiç olmadı hayatta ablam,
Hindi yaptım dün ilk kez, ablam olmadı...
Islandım baştanbaşa -kapama o radyoyu-
 
Tir tir titreyişiyle tüm bedenimin,
Hep soba başındayım, kızarmış burun...
‘Ablam’ diyorum benim, ‘hiç mi hiç olmadı’...
 
Kucağında taşıyacak biri varsa küçükken,
Her kimse o, unutsam da, ablam değildi...
Hatırlasam yine bir... Ablam olmadı benim...
 
Masalcı bir ninem vaaar idi belki,
Solmadayken başşehirin yorgun, bitkin trafosu,
Herkesin ablası vardı; yoktu benimse...
 
Olsundu ya, mühim değil gerisi...
İster aramızda altı yıl olsun,
İster ise altmış güncük olsundu...
 
Bana seksek öğretecek, tavlayı bana...
Evet, hep beni bakkala gönderecek;
Ama saymayı öğretecek, tüymeyi bana...
 
Benim ablam olmadı, ablam olmadı...
Camların buğusuna, tüm o yağmurlu günlerde,
Yalnız kendi ismimdi yazdığım, üşüyerek...
 
Birgün evlenecekti, baştan belliydi,
Bana rehber olacak, yuvadan uçana dek;
Uçsundu; olsundu yeter ki... Ama olmadı...
 
Ben ablayım evet ama, kime ablayım?..
Ben kardeşim, doğrudur da, kimin kardeşi?..
Hepsi yalan, tüm o haylaz, hayta çocukluğumu,
Yalnız kendimle geçirdim, kendimde geçirdim...
 
Benim sanki daha önce babam da olmamıştı...
 
 
Ulaş Başar Gezgin/14.12.2001

ARKAYA BİR KİŞİLİK


Çöpleri didik didik didikliyorum

Kirli çuvalıma dolduruyorum

Orta direk hanelerde yer bulamayanları;

Çöplükten hergün yeniden… Yeniden doğmak için.


Paslanmış eskileri ben topluyorum

Seyyar tezgahıma dolduruyorum

Çağdaş, yeni zamanlarda yer bulamayanları;

Geçmişte hergün yeniden… Yeniden ölmek için.


Ellerim de var kollarım da var benim,

Balık tuttuğum da olur, tükürdüğüm de…

Bir kırmızı kazağımsa olmadı hiç, bir kez olsun…

Çünkü dalga geçerler, ona erkek demezler…


Gözlerim de var kirpiklerim de var evet,

Kırpışırsa da onlar sizinkiler gibi,

Başka şeyler görürler şu kocaman dünyada,

Başka şeylere kapanırlar… Başka şeylere açılır…


Fırsat buldukça, bir de cam siliyorum

Boyalı ceplerime dolduruyorum

Yolda, camdan uzatılan demir paraları;

Akşamları evime, yürüyüp gitmek için…


Kimi zaman şerbet, ayran satıyorum

Bardaklarınıza yeniden dolduruyorum

Özlemlerimi, hastalıklı günlerimi, burukluğumu;

Sabahları yeniden işbaşı yapmak için…


Ne çok şey var, doldurul’cak, dünyada…

Ne çok şeyi hep ben… Hep ben dolduruyorum…

Yine de dolmuyor… Boşalmıyor yine de dünya…


Doldurup boşalttıklarınıza dikkat ediniz…


Ulaş Başar Gezgin/04.03.2002

AYNEN


Bir ben kaldım özleminin eşiğinde sabahlayan, 

Bir ben…Her bir tiktağında guguklu saatin…

Umarak neler neler olacağını…

Anlayarak bir adanın sonsuz yanı olduğunu…

Karalarda kuzey güney doğu batı var iken…

Engin değil o kadar, eşiği özlemin…

Demek, bir adada değiliz…

Titremesin ellerimiz ayakkabı bağlar iken… 


Yepyeni şehirler oluşuyor,

Beynimdeki depremlerde…

Kimsenin yaşamadığı, bitkilerden başka…

Bilmediği kimsenin, ne renktir bulutları…

Yalnız ben mi bilirim o kentleri, yok mu kimse?..

Bende tüm bir evrenin depremi mi var yoksa…

Aman vermiyor işte depremler beynimdeki…

Yıkılıyor tüm kentler, yenileri kuruluyor… 


Bu akrepsiz, yelkovansız kum saatinde,

Boğuluyor guguk kuşu havasızlıktan,

İnişinde usul usul, kum tanelerinin…

Terse çevirip onu, kurtaran kuşu kim?..

Kimdir bunca az yapan taneleri, gövdesini bunca dar?..

Her an içime akan o iri taneleri,

Mümkün müdür bir şekilde benden çıkarıp savurmak?..

Vakti geldi: Çıksın artık guguk kuşu ağzımdan…


Öyle çabuk geçmiyor yanık yarası ama

Zaman çabuk geçiyor… 

Eriyor kum taneleri, denizde bitimsiz…

Elleri var, gözleri var cankurtaranların amma,

Olmuyor cankurtaran, her eli gözü olan…

Bundandır, her saatli, olamıyor saatçi…

Durur adada tümden, çabuk geçse de zaman…

Başlar kaldığı yerden, basınca karaya ayak…


Sollayarak tüm insanlığı, 

Hayvanlara yönelir, bitkilere…

Onları da bir kalem, tutsak eder zaman…

Değişmez hiç yörüngesi, ağır, koca dünyanın,

Dünyada hiç bir kolda tek bir saat olmasa…

Değişir yörüngesi, işe giden insanların,

Tek bir saat olmasa, hiç bir kolda dünyada…

Sen ne ömürsün ey zaman kimi zaman sen ne ölüm…


Sanırsın ki aşkı sonsuzluğa yetiştiriyor…

Sonludur aşk, yanıp sönen sonra kayan yıldızlar gibi…

Sonludur insan ömrüne sığabilecek denli…

Sonsuzdur, ayırdın mı binbir parçaya…

Sayılsa da sayılamaz… Geçse de geçer…

Kanat çırpışı bir serçenin, dama konuşu…

Hepsi sonlu, sanırsın ki tam şu an bitecektir…

Sonlu hepsi, kırılacak yıllarca duran saksı…


Hangi kapılar idi açılan

Sonsuzluk kapıları kapanmadan önce?

Daha önce var mıydı bu gökyüzü,

Çarpışı yüzümüze ada rüzgarlarının?

Daha önce küçük müydü bu kadar ellerimiz,

Kısık mıydı gözlerimiz, boynumuz öne eğik…

Hangi kapılar kapanmıştı yüzümüze,

Sonsuzluk kapıları kapanmadan önce…


Bir yıldız kayıyor, aydınlanıyorum…

Ona gitmede her güz, göçmen leylekler…

Ondan gelmede her vakit karanlık ışığı göğün…

Onda kayan, sanki bütün evren, bütün doğa…

Ve parlayan, parlayamaz sonsuza kadar…

Aydınlatmayan yıldız, ömrü boyunca,

Kayarken, pek imanlı gitmek istiyor…

Aydınlıktır, gitmeden, son defa ve ilk defa… 


Kaydı yıldız…

Bu simsiyah gökyüzü cebinde, belki bir dolunaydı…

Gösterdiği kimi vakit, sakladığı başka zaman,

Getirdiği çoğu zaman, yerde, ölümlülere…

Hangi yandaydı kaymış yıldızlar mezarlığı?..

En son oradaydı…

Cebinde bir ay, dolunay, yarım ay, hilal…

Üstünde yeni açmış bir kasımpatı…


Daralan bir ateş çemberinin ortasında, 

Küçük bir köpekti kalan…

Bilmezdi ki kurtulunmaz bu şekilde soğuktan…

İlerliyor çember, kalleş kalleş, ağır ağır,

Kapatıyor gözlerini şimdi artık o köpek,

Değmesinden az önce, ateşin, bedenine;

Gülümsüyor bir ancık, ısındı o nihayet,

Dar ateş çemberini, üstüne giyene dek…


‘Evrenden kalanlar ner’de?’ diye soran varsa, 

Kara ateşlere gebe bir kül bulutunun altında…

Yeniden harlanmada, şimdi o ateş;

Almak için içine, geriye kalanları…

Kül olsun savrulsun diye geriye kalan yerde…

Oysa yer kalmayacak, savurmaya külleri;

Yandı mı baştan sona tüm geriye kalanlar…

Ateş süpürsün artık, hala harlı külleri…


Külrengi bir ağaç gövdesinin sevgisiz damarında,

Belki eriyeceğim… Eriyip gideceğim!

Yüzyıllık ağaçların kof gövdelerinde,

Dallara yürüyüveren o kofluk belki benim…

Belki benim, halkaları, içi yenmiş ağacın…

Belki benim, çiçekleri her baharda kuruyan…

Belki benim, kalın kalın o örümcek ağları…

Silkelenip kırılan dallar da benim…


Hapsolmuş bir karınca da değilim,

Kanatsız bir sinek de…

Kuyruğu tenekeli kedi ise hiç mi hiç…

Kuyruğu kestirilmiş bir köpek değilim hiç…

Sevgilinin ellerinde soluvermiş bir çiçek?

Lal kafeste kahrından ölüvermiş kanarya?

Zıplamaktan yorulmuş, emekli bir çekirge?

Hortumu su çekmeyen, hantalcana bir fil miyim?..

Yeleleri ağarmış, ağır aksak bir aslan?..


Ben kimim?

İnsan mıyım, zamanda tutsak?..

Ben kim isem, aynen öyleyim…

Aynen öyleyim…



Hande Aydın ve Ulaş Başar Gezgin/26.12.2001

BAYEZİT BİMARHANESİ'NDE


Birinci Bab


I

MUBASSIR


Kim düşünebilirdi ki, kim düşünebilirdi,

Donup kalacağımızı böyle bir anda,

Müzelik olacağımızı, bir de ibretlik...

Kim bilecekti ne yaparız, böyle donuvermesek...


Havuzun şırıltısı avluda, seslenişi fıskiyenin

Bulanık akmaklığı Tunca'nın, yağmurlu günlerde, 

Konuşu güvercinlerin, her bir yanına kubbenin...

Bilinmeyecekti, yitip gidecekti bunların her biri...


Belki haşin durmadayım mor kuşağımla, 

Korkar beni bir kez gören, zenciyim ya...

Bende de birşeyler pır pır eder, taaa şuramda...

Bilmesin isterim yine de kimse...


Dondu tarih işte bir an, or'dayız ner'deysek,

Sahicidir bu gözler, kırpışır ara sıra,

Sahicidir bu kollar, atılmaya hazır onlar,

Bu göğüs, her nefeste, bir inip bir kalkmada...



 
 
 II
'KRONİK PSİKOZLU HASTA' ODASINDA


Hey gidinin, Hasan Ağası, hey de hey...

Düşecek adam mıydın buralara sen...

Üsküp'ten çıkmıştın yola, Hacı olmak için, 

Bilir miydin soyacak seni haramiler, Haramidere'de...


Getirdiklerinde seni, at arabasıyla, 

Nasıl titremedeydin, öfkeden, kinden...

'Yok!' diyordun, 'artık yurda dönemem'

''Rezil rüsva' dedirtmem kimseye Üsküp'te ben!'


Şimdi elinde tespih, ağzında binbir dua, 

Beklemedesin: Kapı açılsın bi', 

Atlayacaksın üstüne, kim olursa olsun, 

Harami sayılır herkes, senin nezdinde artık...


Rahat ol, soymak istemez hiç kimse seni bur'da, 

Hem neyin var ki artık, baksana bi' üstüne...

Çile doldurup bur'da, acep bilmem kaç yüz gün, 

Bakarsın, Üsküp'e dönmeye niyetlenirsin...



 III
'MEŞKULİYETLE TEDAVİ' ODASINDA


Sepet örmedesin şimdi, genç Mithat, küçük Mithat, 

Vazgeç sen, hadi ama, bağırıp çağırmaktan...

Bozar sesini adamın, ergenlik dediğin...

Senin gibi bir hafız bir anda kart kurt olur...


Yaşamak, neyse ki, ezberden cümle değil, 

Anlamalısın bunu, bak sesin de kısıldı...

Sepet ör şimdi artık, elden bir şey gelmiyor...

Mısır doldur, ayçiçeği, zeytin doldur sepete...


Gençsin, kendini sen, böyle tüketmemelisin,

Dün hafızdın, bugünse binbir yol var önünde, 

Belki yarın öbür gün, sadrazam olacaksın, 

Sevineceksin tümden, 'sesim kısıldı' diye...


Velakin yas tutma şimdi, ömrümüz ne kısadır...

Bir bakmışsın sende değil, dün sende olan can...

Nedir öyleyse bu kederlenme, iç çekiş...

Meşgul et kendini, geçsin zaman, ey müstakbel
sadrazam...


 


IV
ANNESİYLE TEDAVİYE GELİYOR BİR ÇOCUK

Annesiyle tedaviye geliyor bir çocuk hasta, hekimse
karşılarında, 

Acı çekiyor olmalı bir hayli, çocuk... Öyle buruşuk
suratı...

Belki ikindi vakti, terleyip su içmiştir,

Sünnet olmuş mudur ki? Onu da soralım...


Anasına, çocuklara saldırmadaymış, ne ayıp...

Rahmet eylesin Allah, vefat etmiş babası...

Kuvvetine gem vuracak kimse yok ya evde, 

Belki ondan, bu canavar, böyle palazlandı...


Sağa sola tükürüyor... Hekim çok kızdı, 

Beni çağırdı hemen; 'Zenci Efendi!'

Bir güzel sopa çektim lanet velede, 

Kuzu gibi oldu birden, nelere kâdirsin sopa...


Beş vakit sopa yazdı reçeteye hakim...

Bu iş için esnaftan biri tahsis edildi...

Söz verdi her namaz sonu, sopa atmaya...

Bayram namazı da dahil mi, karar veremedik buna...



 

V
SARA HASTASI, HEKİM VE HASTABAKICI


Sara hastası, hekim ve hastabakıcı, bir de ben...

Bu görülen, her zamanki teftiş manzarası...

Titriyor eli, kolu, tüm uzuvları,

Uzanmada yatakta... Ne vakit geçer acep...


Kainatın depremi nasılsa, onda bu o;

Titriyor, titretiyor ne varsa üzerinde...

Nefret ediyor herkes, taşlıyorlar sokakta...

Oysa ne yapsın hasta... Deprem onun suçu mu...


Yazık, göremeyecek doğuşunu güneşin, 

Yazık, duyamayacak ne söyler güvercinler,

Yazık, bilemeyecek yılların geçtiğini...

Yüce Tanrım, bazen sana, ilenmemek elde değil...


Tunca akıyor akıyor... Hasta, yatmada umarsız, 

Bir gün açarım odayı, kıpırtısız kalmıştır,

Yazarım defterime, mefta oldu, ne yazık...

Böyle bitecek işte, kimsesizin çilesi... 



 
 
İkinci Bab


VI 
BAŞ ECZACI VE ÇIRAĞI


Otlar var bir tarafta, bir tarafta şuruplar...

Yine yoğun, işi, eczacının... Rahatsız etmeyelim...

Hangi şifa kitabıdır, rahleye koyduğu?..

Patlar mı, şu şerbete ötekini eklesem?..


Lakin baş eczacının, bir hayli seğiriyor gözü,

Kelin ilacı olsa, kendi başına sürer...

Eczacı olmaya belki, böyle karar vermiştir...

Kelimi iyi edeyim, kelimi iyi edeyim...


Başındaki sarıkla ne heybetli duruyor...

Bir anda değişiyor, insan, amir oldu mu...

Çok nargile içmiştik küçükken gizli gizli...

Şimdi 'zencefil' diyor, başka bir şey demiyor...


Çırağa da yazık ya... Onun tafrasıyla hep, 

Bir azar işitiyor, bir dağa yollanıyor, 

Otlar aramak için, otlar toplamak için...

Eczacıdan soruluyor yine de, her tür şifa...



 
VII

ŞURUPHANE VE İLAÇ HAZIRLAYANLAR

Değil mi ki tırlatıyor Yeniçeriler, 

Avratsızlıktan, yurtsuzluktan, veletsizlikten...

İyi etmeye çalışıyor, bunu, şuruphanedekiler, 

Çünkü şanlı ordumuzun askere ihtiyacı var...


Saldırsın istiyoruz Yeniçeriler, düşmana, 'avrat
avrat' diye,

Bunun için bir hayli uğraşmadalar...

Ayıptır söylemesi, padişah da güçten düşmüş,

Haremine onca macun dayandıramıyoruz...


Kafeste deliren veliahtlar için, şirret va'lde'nımlar
için,

Karanlık, aydınlık, niceler uğramakta...

Dünyayı zaptetmeye yetebilir bir şurup,

Doğru dozda, doğru zamanda, doğru kişiye verildi
mi...


Tadlarına baktıklarından mıdır, ilaç hazırlayanlar,

Nahoş ve daha çok sarhoş bakmaktalar...

Çeşnici ayrı olsa, ilaççı, bir başkası...

İlaçlardan iyiden iyiye tasarruf edilir...



 


VIII
ŞİFA İÇİN GELMİŞ AİLE


Şifa için gelmiş bir aile... Şifa, eczacıda bol
yaaa...

Adam diyor, 'Karım benim, öyle horluyor ki,

'Yangın var!' diye ayaklanıyor tüm Edirne,
geceyarısı...

Ben bile böyle sanmıştım bir keresinde...'


'Üstelik yürüyor kimi gece uykusunda,'

Kulağına eğiliyor bu kısmı anlatırken,

'Kadı'nın yatağına gitmiş uykuda dün, hekim efendi,

Kadı bu, dava da edemiyorum 'namussuz' diye...'


Geçende yürümedi ama, bir şeyler mırıldandı,

Sayıkladı O ama, hiç bir şey anlamadım,

'Andonita Andonita, beseme' diyordu,

Uyandırdım sordum amma, O da bilmiyor...


Hekim hemen ilaç yazdı, eczacıya yallah...

Yanlış okumuş olmalı ki hekimin yazdığını,

-Ya da ilaç yanlıştı taaa baştan beri-

Hanımı adamın, Andon'a kaçtı... 



 

IX
HASTA ODASINDA DİVANE VE KARASEVDALI


'Hayır ben vermedim, vermedim ben!' diyor divane,

'Teslim etmedim anahtarları düşmana!'

'Yenildik doğrudur, kalleşlik etti Tatar,

Ama doğru değildir, kapıyı açtığım!'


Sımsıkı tutmada bir karanfil, elinde,

Belki o, anahtarı temsil etmededir...

Ne görmede divane pencerenin dışında?

Bilmiyorum bunu amma, hep dışarı bakmada...


Mâlumunuz hikayesi, karasevdalınınsa;

Tutulmuş, bir nazlı yâre, halden anlamaz yâre,

"Mey" diyor, "vefat" diyor, bir de "yâr" diyor,

Çalmadadır içinde, şimdi, binlerce makam...


"Zaman işte... Akışında bu dinmez nehirin..." mi
diyor?..

"Bekledim efendim sizi, faytonunuzu" mu diyor?..

Neler söylemededir, duvara çakılı gözleri?

Lanet üstüne olsun, kim getirmişse bu hale...


 
X
ZİYARETÇİ BEKLEME ODASINDA


Ragıp'ım iyi midir şimdi, evladım?

Az yemek yemesin, terlemesin sakın...

Ragıp'ımı görmek bugün, acep mümkün olacak mı?

Taaa İstanbul'dan geldim, görsün diye gözlerim...


Hep o görev yüzünden geldi bunlar başına...

Selimiye'de iken, ne hoş çıkardı sesi...

Ner'den bilebilirdik keramet camideymiş...

Eski Cami'ye atandı, o zaman çaktık işi...


Ragıp'ım benim yavrum, çok hassastır bu konuda,

Hep ilahi söylerdi, şöyle küçükten beri...

Ezanı, yalanım yok, O'na okuturlardı,

Beş mi idi, altı mı?.. Yedi yaşından beri...


Sesi betse ne yapalım, oğlum değil mi benim...

Ben büyüttüm, ben duydum ağzından ilk ilahiyi...

Hem bendim sabahları, namaza kaldıran O'nu,

Demem o ki, evladım, O'nu görecek miyim?..




 
 Üçüncü Bab

XI

'DEPRESİF' HASTA VE HASTABAKICI 

-Biraz daha yemek ister misin, koca güreşçi?

Ne olmuş canım, yenildiysen bir kez...

Kolay olmadı zaten tuş oluşun senin...

Yüzlerce pehlivan yenmiştin... Daha ne...


-Beni kederlendiren budur ya işte,

Bir kişi kalmıştı yalnız, başpehlivan olmaya,

O da hile yaptı zaten, anca' öyle yener beni...

Kimseye dinletemiyorum, gel gör ki, bunu...


-Biz senin heybetini bilmedeyiz ey pehlivan!

Bilmedeyiz ne kuvvetli, pazuların senin...

Lakin yemelisin şimdi şu eti,

Çünkü hakemleri de yenebilmelisin sen...


-Bileydim, biraz daha et yemekle olacak,

Keser ineklerimi, yerdim hepsini...

Oysa ne yazık ki bu kem alemde,

Para geçer -bendeyse yok-, para geçer her yerde...



 
 
 
 
 

XII
HEKİMBAŞI VE HASTASI


- Size 'hekimbaşı' mı diyeyim efendim, 'başhekim' mi?

- Ne dersen de, sıfat aynı, hepsi bir...

- Hastalıktan başkaca şeyler soracağım ben.

- Buy'run, sizi dinliyorum can kulağıyla...


- Doğru söyleyin, memnun musunuz işinizden?

Ner'den esti, merak ettim, hekim oldunuz?

- Bıktım artık boğuşmaktan envai mecnunla,

Lanet olsun o güne de hekim olduğum...


- Hekimbaşı; siz beni çok korkutuyorsunuz,

Nasıl huzur bulur dünya, siz olmasanız... 

Tırlatmışların tümü bir kez dolaşsa dışar'da,

Yeni bir çağ açılır, Çılgınlık Çağı, dünyada...


- Ama niye ben? Ben olmasam, başkası yapardı...

Huzur içinde dönerdim evime ben de,

Bir düşün, esnaf olsam Rüstempaşa'da,

Şen olurdum... Bulaşmasın kimse bu işe!..


 
XIII
SAZENDE VE HANENDELER


'Çal sazende!', 'Çal!' diyorum, bunlar garip, bunlar
mecnun...

'Dışar'dakiler için de, şöyle bir, çalasın' diyorum,

Sarsın tüm Edirne'yi, tedavi eden demler,

Yazın gürül gürül aksın, yorgun Tunca, bir kez olsun!


Çengiler! Raksedin hadi, canlandırın kuru dalları!

'İnsanların gözleri, yorgun düşsün!' diyorum,

'Oynak rakslarınızı takip etmekten sizin...'

Sizden ben tüm dünyayı, sarsmayı bekliyorum!


Tar çalsın, kudüm çalsın, ney çalsın, kanun çalsın,

Öyle çalın, öyle vurun tellere siz mızrabı,

Kopsun teli rebabın! Desinler cümle alem:

Sazendeleri de mecnun, kadim bimarhanenin!


Siz çalarken, kabul edin, daha az mecnun değilsiniz!

Çalmazken dellenmezsiniz, budur onlardan farkınız!

Çalın siz, durmazca çalın! Durmazca, durmazca çalın!

Taşana dek, yutana dek evreni, suları Tunca'nın!


Ulaş Başar Gezgin/05.08.2001
 
(Anafilya dergisinde yayınlandı)
Bkz. http://www.anafilya.net/Y2002/S08/bimarhane.htm
 

Beledİye İşçİsİ Dİyor kİ -Malatya'da, Tohma
kıyısında-


Dün saydım: Kaç yıldır böyle çalışmadaydım...

Kaç yıldır bilir beni, sokakları Malatya'nın...

İlk adımımı attığımda, -nasıldı hava?-

İşçi olmak için Belediye Sarayı'na...


Bizim de sayılır Fırat, bilsin Elazığlılar...

Tohma suyu, ıpıl ıpıl, bizim sayılır...

Gel bak, düşlerimi fısıldayacağım sana,

Kulağına, kocaman bir korsan gemi sığdıracağım...


Arguvan'da, bilir misin, çiçekler nasıl açar?..

Bilir misin, bulutlar, yakın geçer Şotik'te...

Ben sana öylece düş kurmayı öneriyorum...

Diyorum ki, "Açık kalsın tüm pencereler"...


Böyle kalacak hep, doğrudur, Malatya Dağları...

Bir taş daha eklenecek, Malatya Mezarlığı'na,

Doğrudur, düşlerim, tabuta sığmayacak...

O vakit, Balaban'da gezinecek gülüşüm...


Ölüm ezelden beri var; boşuna, yas tutuşun...

Çöp dağları oluşacak, birgün tüm sokaklarda,

Hemşeriler ölümümü böyle anlayacaklar...

Anlatacaklar -bilmem nasıl- torunlarına...


Sesinde dinlenirdim, dağda yankı olsaydım...

Ayran Dağları'nda olabilir mesela, Hekimhan'ın...

"Haykır!" derdim sonra sana, boylu boyunca;

 
Çığa döner düşlerim, düşerdi tüm dünyaya...

Hisset, şimdi benim böğrümde al atlılar;

Nal sesleri, taaa Bitlis'ten, Muş'tan duyulur...

Dost olmaya gelirler insan olana,

Onlar için tüm dağları yola döndüreceğim!..


Ya o yaralı ceylan ner'den nereye kaçar,

Vınlayan kurşun ile umarsız kaldığında?..

Şimdi ben yüreğimi ona bağışlıyorum,

Gözünden görüyorum, dünyada, neler neler...


Böyle kalacak, evet, Beydağı, Hasançelebi...

Sana ellerimi veriyorum, düşlerimi sana...

Belki yarın -hep diyorum- o güneş doğmayacak...

Kötü hayaller kurmak... Doğrudur, budur işim...


Doğum ezelden beri var; yeniden doğur beni!

Ve hissetsin adımlarımı, sokakları Malatya'nın...

Bende tüm bir yaşamı, görsün yeni doğanlar...

Buralı değil misin, hadi gebe kal bana...


Ulaş Başar Gezgin

BİR ANTROPOLOG JÜBİLESİ
 
Dünyanın en yorgun antropologu belki benim!..
10 yıl sürdü yolculuğu Odiseus’un,
Benim 50 yılımsa(*), 5000’e bedel...
Evet benim, görün işte, en yorgun antropolog...
 
Kinshasa’da gezip duran büyücü-hekimler...
Daha çok onlarla idim, beyaz adam yerine...
Kırsın diye zincirini Bukavu’da köylüler,
Az değil, çok boğuştum gaddar efendilerle...
 
Tasmanya’da insanı iyi eden otları,
Ben idim şirketlerden, patronlardan saklayan...
Numea, bir yabansı cenk meydanıdır,
Turist kafilelerinin saldırısına karşı...
 
Bombay’da çivilere yatan tüm o fakirler,
Benden aldılar evet, en sıcak teselliyi...
Tibet’te sonsuzluğa uğurlanan milyonlar, 
Halka yarasıdır şimdi, boynunda kadınların...
 
Duyar her vakit sesimi, Santiago Stadyumu!
Dolaşır her yerde kesilmiş, gitarcı parmaklarım...
Amazon’da ağlayan bütün o çocuklara,
Açıp ben göğsümü, meme emzirdim...
 
Hustın’da boyalıdır elim yüzüm benim,
Beyaz Adam’a karşı son kurtuluş savaşında!
Harlem’de kurşun değmiş kara deriyi,
Yüreğimin sızısıyla dağladım...
 
Kordoba’da bütün o göçer Çingeneler’i,
Okyanus suyuyla kutsamışım ben...
Krakov’da dilsiz sağır tüm o haykırışları,
Sesimdi, benim sesim, tüm dünyaya duyuran...
 
Bilir beni Manisa köyleri, Denizli gökleri bilir beni...
Bilir beni, cenkten bitap hisarlar bilir beni...
Bilir beni, başşehirin daracık sokakları...
Kuleler, saraylar, adalar, taklar...
 
Savurun şimdi benim küllerimi okyanusa!
Benimle tohumlansın tropikal çiçekler!
Suya karışsın artık, alnımdaki esinti!
Karalar dar geldi bana, sular ağırlasın beni...
 
Ulaş Başar Gezgin/18.12.2001 
(*) Kültürlerarası psikolojinin kurucularından H. C. Triandis’in sözü.

BİR TABLET ÜSTÜNE


Bu tablet

Çok yol kattetti

Yerin tam da merkezinden...

Öyle sıcak, öyle yoğun....


Bu tablet,

Gezdi bir hayli

Okyanuslar üzerinde...

Öyle uzak, öyle engin...


Omlet yaptı Spartaküs onun üstünde,

Son çarpışmasından önce...

Tek şeydi o,

Kölelerin olan...

Öyle ender, daha değerli, elmastan...


Bir kalkan olarak taşıdılar Alman köylüler onu,

Yaşça Ortaçağ insanları ama kafada değil...

Verimlice kullandı Afrikalı köleler onu,

Kızgın göğe karşı şemsiye olarak...

Öyle kullanışlı, öyle rahatlatıcı...


Kuşandığında silahını Ho Şi Minh,

Yalnız değildi...

Halkı, eritip bir kapta onu,

Tanklar yaptılar, bombalar, uçaklar...

Öyle uçucu, öyle uyumlu...


Gandi, öz-imgesi olarak sahipti ona,

Bakarken kendine aynada...

Bir tablet, anlaşılmaz,

Ama bilir ner’de durulmalı dünyada...

Öyle bilinçli, öyle mütevazi...


Duvar kağıdıydı Lumumba’nın,

Ofisinde, evinde...

Düştü mü güneş duvarlara,

Yayılır Afrika üzerine...

Öyle kocaman, öyle sevecen...


Yarım yüzyıl önce sahipti ona Behrengi,

Aras nehri kıyısında,

Kılıcı olarak küçük kara balığın.

Nere gider, bilirdi onu da...

Öyle küçük, öyle ağır...


Bir bayrak oldu ellerinde Marks’ın,

Avrupa’dan Asya’ya dek...

İngiliz Müzesi’nde ne yazdıysa,

Farklı değildi ondan pek fazla...

Öyle yorucu, öyle tanıdık...


Ne yazıyor? Görebildin mi?

Ne görebilir Hintli gözler,

Hintli eller nasıl dokunur,

Şafak ona sızdı mı bi’?..


Eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve aşk!

Söylemiyor daha fazlasını tablet,

İnsanlarındır gerisi;

Spartaküs, Alman köylüler, Ho Şi Minh, Afrikalı
köleler,

Gandi, Lumumba, Behrengi, Marks...

Bundandır yaşanmaya değer olması, soluk almaya değer
olması...

Ve bundandır ki seviyorum seni –eşit, kardeş ve özgür
olmak için!..


Sıkı tut o tableti, onu okşa,

Odur insanlıktan kalan tek hatıra...



Ulaş Başar Gezgin (uli)/ 16.05.2002
 
(İngilizce özgün metin için bkz. On A Tablet, in Gezgin’s Yearbook of Poetry 2002)
DEĞİLLEMEMİ DEĞİLLEMELİSİN (-(-p))
Bilmediğin dillerde yazacağım sana! Tersinle hadi beni! Tersinle beni!.. Ben ki düzlenmişim, düzeltilmişim şimdiye dek ben ki.. Tersinle be canikom! Tersinle beni!.. Engebeliydi bizim oralar önceleyin, dağlıktı.. Peri bacalarıydı, fyortlardı, volkanik göllerdi.. Düzlükler ne kadar çok yabancıysa daha dün, Düzlükten başkacası yok başka bugün.. Elim düzgün, kolum düzgün, bacağım düzgün.. Bük hadi, kır hadi, bur hadi, salla hadi.. Ağzım burnum yüzüm gözüm hepsi bir düzgün, Bir düzgün ki şaşarsın ilk bakışta.. Tersim düzüm gibi midir bilmiyorum.. Bilmiyorum; eğrim, doğrum gibi midir.. Yüzülse derim benim –bilmiyorum- bir uçtan bir uca, Kimbilir hoyratlığı, görülür belki kalbimin.. Bildiğin dillerde yazmayacağım sana! Gecenin tükenmesine daha var.. Daha var buzların çözülmesine.. Ben ki soğuk sularda, buzullar altında ben ki.. Tersinle be canikom! Tersinle beni!.. Kutuplar eridiği vakit.. Foklar göç ettiği.. Ekvator’la Kutuplar bir olduğu vakit.. Bir kez yutuverdi mi okyanuslar kıtaları, Gelecek, karanlıktan çıkmanın vakti.. Değmeyecek beklemeye bunca sene, Tersinle beni hadi!.. Hadi tersinle.. Ulaş Başar Gezgin/ 11.06.2002/ Ankara Tren Garı

DİYOR Kİ ARNAVUT


Tek isim bildimse de tüm yaşamım boyunca,

Varlığım da yokluğum da Makedon adlarına…

Silah çatıversem de Makedonlar'a karşı,

Varlığım yokluğum feda Makedon adlarına...


Şehirde görüşürdük gizli gizli, usul usul,

Dokuz dedi mi akşam üzeri, saat kulesi...

Ben O'nun gözlerinde tüm dünyayı görürdüm,

Ben O'nun kollarında, dünyayı kucaklardım...


Birgün duyulmasın mı dağın şahanlarınca,

Emir verdi komutan, bir ay hücre cezası...

O'nu düşündüm yalnız O'nu, top sesleri arasında,

Resimlerini çizdim, ismini kazıdım duvarlarına
hücrenin...


Birden kapı açıldı, 'oh bitti bir ay' derken,

Girmesin mi içeri Makedon askerleri...

Bırakıp kaçmış beni komutanla erleri...

Yok ama, bu aralar, kimseye kızamıyorum...


Şimdi tutturmuşsun bi', 'kurşuna dizeceğim seni',

Vur kardeşim, sevmedin sen demek hiç,

Çocuğun da yok anladım, çocuğun da yok,

Çare yok, bas kardeşim, bas tetiğe o zaman... 


Tek isim bildimse de tüm yaşamım boyunca,

Yokluğum da nasıl olsa Makedon adlarına...


Ulaş Başar Gezgin/22.08.2001

DİYOR Kİ BUDİST RAHİP


'Atmayın efendim' diyorum, 'atmayın çiçek bana',

Hem Budist, hem rahibim; o güzel çiçek bana, 

Hem diken görünecek, hem de günah saçacak...


Alışkın değilim ben, varlığına bedenin,

Yok-bedene alıştım küçücük hücrelerde,

Ruhum ancak böyledir ki enginlere uçacak...


Bu güzel insanlardan, ne mi vardı kaçacak?..

Bu rezil insanlığa, ne var ki yaklaşacak?..

Bir tür soru yumağıdır, tüm yaşam kimi zaman...


Bugün böyle geçti de, yarın ne mi olacak?..

Dün ve bugün nasılsa, yarın öyle olacak...

Geç farkediyor bunu, dışar'da olunca insan...


Kavrıyor bir çırpıda, mabedde olunca insan;

Bir varlık olduğunu, serçelerce büyücek,

Küçücük, yıldızlarca... Kainatta bir böcek...


Kainatta bir böcek... Budur işin gerçeği...

Kainat da küçülür içten bakınca gerçi...

Kainat bir yüreğe, sığar o vakit, bir an...


Ekmek lazım yine de, yeter bir dilim olsa...

Başaramadık henüz, besinsiz varolmayı...

Bedenim ile ruhum, çoktan ayrıldıysa da...


Çok özledim çoğu zaman, puslu bir dağ olmayı,

Yüzyıllık koca ağaç, sayılamayan, halkaları,

Göğsümde karşılamak isterdim, rıhtım olup,
dalgaları...


İşte böyle şişman bir gerçeklik var içimde...


Pirinç verin en iyisi, 'acıktım' demiş miydim?..

Girmedi asırlardır, bir tane, boğazımdan...

İşte böyle kocaman bir açlık var içimde...


Doyacağım bir avuçta, yarım avuç, çeyrek avuç...

Rüyada kendimi bir kez, pirinçlikte gördüydüm,

Bunca pirinç içinde, ölecektim açlıktan...


Bir asırdır ölmüyorum, yaşamıyorum, konuşmuyorum,

Demeyin siz bana şimdi, 'Şundan da ye, şundan iç...'

Ben tüm içimdekileri, boşaltma çabasındayım... 


İşte böyle koca bir boşluk olsun içimde...


'Atmayın efendim' diyorum, 'atmayın çiçek bana',

Hem Budist, hem rahibim; o güzel çiçek bana, 

Hem diken görünecek, hem de günah saçacak...



Ulaş Başar Gezgin/24.08.2001
 
(Okuntu dergisinde yayınlandı.) 
DİYOR Kİ SUCU İDRİS


Beş yılda bir görürsünüz bizi

Ya da on yılda bir...

Yirmi yılda bir de olabilir...


Hiç çıkmayız tatile çünkü

Ölüm de çıkmaz tatile,

Pazarları, bayram günleri bile...


Sağnak sağnak yağdığında yağmur,

Sanır mısınız yalnızca toprak kokusudur, 

Yükselir selviler boyunca... Belki de...


Güneş, her zamanki yerden doğmuştur,

Batmıştır her zamanki yerden...

Kelebek ömrümüzdür uçuşup geçiveren...


Doğrusu, biz de muaf değiliz ondan, 

Biz mezarlık sucuları, kök sökücüler, bizler...

Bir an donup kalır dilimizin ucunda nicedir eğri duran
sözler...


Recep, hüyöp! Yeni müşteri var, yeni ziyaretçiler...

Doldur hadi bidonları, köşedeki çeşmede,

Hazır edelim, gözüyaşlılar şimdi istemese de...


İmamı da çağır hadi, Yasin isterler belki, 

Şad olsun diye ruhu, or’da yatanın,

Toprak olmak... Yo... Sığmıyor aklına insanın...


Bakarsın gelenler zengin, gelenler cömert olur,

Bir marlboro alırız, içeriz fosur fosur...

Baklava da alırız işkembenin üstüne...


Ay, kimi geceler var, yok kimi geceler ya da yarım,

Gecenin kimi vakit sarsıcı esintileri,

Ner’den nereye götürmek istemekte bizleri?..


Birgün bir bomba patlayacak parmaklarımızda,

Bizi mezarlığa sonsuza dek ait kılacak bir bomba,

Yazacak gizimizi, cafcaflı gazeteler...


‘Birgün’ diyorum, ‘Kardeşimle ben birgün,’

Ben İdris, kardeşim Recep... Ve tüm kalıntıları
kelebek ömrümüzün,

Bir kutuya konulup sonsuzluğa gidecekler...


Sulasın isteriz birisi toprağı,

Sökülsün isteriz şimdi tüm kökler,

Tatilde sanacak bizi, gözüyaşlılar... 

Boyvermiş o otları bizden bilmeyecekler...


Ben İdris, kardeşim Recep... Ve tüm kalıntıları
kelebek ömrümüzün,

Biraz önce söyledim: Sonsuzluğa gidecekler...


Ulaş Başar Gezgin/27.09.2001
(Evrensel Kültür dergisinde yayınlandı)

*****
Bir Haber:
“ANKARA- Karşıyaka Mezarlığı yakınında meydana gelen
patlamada, iki kardeş öldü. Dün akşam meydana gelen
patlamadan sonra olay yerine gelen güvenlik güçleri
parçalanmış bir erkek cesediyle bacaklarından
yaralanan bir kişiyle karşılaştı. Yaralı kişi tüm
müdahalelere karşın kurtulamadı. (...) ölen iki
kişinin, 17 ve 18 yaşında Recep ve İdris Kör isimli
mezarlıkta su satan iki kardeş olduğu (...)” 
Radikal, 27.09.2001, s.6.

FENA HALDE BİREYSEL ŞİİR


Emek her yerde emek... Her iş zahmet kapısı...

Kim özlemez Hasan Hüseyin denli ‘unutturan
öpücükler’i,

Küfür yemişsen bir de, patrondan, müdürden, ağadan...

Kim özlemez sıcacık bir yemeği, sıcacık bir yatağı...


Şerife’si var, Hasan İzzettin’inse, yüz sone boyu...

Gecekondu yıkılır, Şerife’si var...

Sel basar, bakın yine Şerife’si var...

Şerife’si var, paylaşmak için, kıtlığı, yoksulluğu,
yorgunluğu...


O’nun perileri, deniz kızları, matmazelleri var...

Orhan Veli çapkın adam... Hangi birini yazsak...

Kadın olsa Orhan Veli, ne derdik bu duruma?

Her neyse canım, erkek değil mi, yapar...


Hep bir dünyanın peşinden koştu,

Nazım... Yaşamında iki şey hiç değişmedi...

Hep vardı hanımlardan sevdiği:::

Piraye, Münevver... Vera en sonu...


Aman ne tatlı geçiyor günlerim,

Bir akşam çalış ha çalış, öbür akşam Saïme...


Ulaş Başar Gezgin/22.10.2001

GLOBAL SİRK-I

TERBİYECİ


Kamçıla! Kamçıla! Daha fazla kamçıla!

Değil mi ki geçmelidir o çemberden o aslan!

Kamçıla daha fazla her defasında!


Geçemez, geçmek istemez o tek başına

O zaman kamçıla sen bir hayli fazla!

Geçmesi bir aslanın akkor çemberden,

Sensiz olamaz belli, ey bilge terbiyeci!


Hayvanın sırtında iz kalmasa da,

Anlaşılıyor, bu, senin tornanın işi,

Zarifliği hayvanın, şatafatı da,

Hepsi ey terbiyeci, senden bir parça!


Değil mi ki sen de geçtin kaç ateş çemberinden,

Şakladı değil mi ki sırtında onbin kamçı,

Hissetmişsin hayatı ruhun en derininden

Ondandır ellerinin seğirtmez ustalığı!


Kurtarıp sen hayvanlığından hayvanı,

Bir tür insan yapar gibisin onu öyle bir anda,

En kibar mösyöler vardır ya, insanı,

İkna ederler, evet, insan olduklarına!


Daha uygar daha uygar hep daha uygar!

Vatan senden bunu bekler, bunu bekler vatan!

Seyredip eğlensin diye fıstık atan insancıklar,

İnsan olsun, adam olsun diyedir, anladık, bütün
çaban...


Seyirciler fıstık atıyor, mısır yiyorlar,

‘Bir kez daha geçiriyor, bakın ne yiğit kişi,

Kaç kişi yapabilir bu çetin işi,

Yanıp duruyor ateş çemberi’ diyorlar!


Ey terbiyeci! Terbiyeci! Kim verdi o kırbacı sana,

Çünkü o kırbaç senin, şaklayacak sırtında,

Sahaya inecek o seyircilerin yardımıyla,

Yıkılacak üstüne, rengarenk koca çadır!


Evet, şimdi sevin sen, çok alkış alıyorsun,

Kim ki elinde kırbaç, hükmediyor aslana,

Sakınsın, kin tutmada, çünkü korkak aslan da,

Aslan kin tutmada ise, insan olur o zaman.


Hayvan ise kırbacı şaklatır da şaklatır;

Şimdi sende o kırbaç, bir ucundan sapına,

Yarın senin değil o, çok güvenme kırbaca!



Ulaş Başar Gezgin/13.12.2001

GROTESK GECE


Bir oyun çıkaralım seninle bu gece,

Evet bir oyun, bir oyun…

Oyuncu olsun seyirciler bu sefer,

Evet olsunlar…


Zam isteyen işçi, eğilip bükülüşü tümden,

Titremesi ellerinin, yılların yorgunluğuyla;

Sarkıverişi bir garsonun, cafcaflı bir lokantada…

Hepsi… Hepsi olsun… 

Evet olsunlar…


Ve çünkü biz küçüle küçüle,

Büyüye büyüye ve şimdi biz,

Daha fazla her perdede, daha az,

Doğuşu, ölüşü, dirilişi bir insanın birebir,

Cenk yorgunu süvariler, baldırı çıplaklar…

Evet onlar da olsun… Olsunlar…


Anlaşamadık henüz… Kaç perde olsun oyun?..

Anlaşamadık doğru… Nerede geçsin olay?..

‘Dekor’ diyorum ‘dekor…’ ‘barok mu gotik mi olsun?’

O tirat benim olsun!.. Yoo… Senin olsun…

Varsın almasın alkış, erken ötüşü kuşun…

Varsın, çıkmasın bu kez, geceleyin çıkan ay…

Olsunlar, o da yeter… Olsunlar, tek olsunlar…


Judocu jestleri ve judocu mimiğiyle,

Bir balet repliğiyle, arşınlamak sahneyi…

İlan-ı aşk ederken, bekleyen sevgiliye,

Pazarcı ağzı ile, ‘seviyorum ulan!’ demek,

Önemsiz nasıl olsa, kimi öyle sevmişin…

En ışıldak sahnede, oynamak, en siliği…

Aydınlıktan sözetmek, en karanlık sahnede…

Evet olsunlar, dursunlar orta yerinde setin…


Ya ışıklar? Kesik mi? Puslu mu? Ne olsunlar?..

Hangi renk hangi hissi, büyülerce göstersin?..

Yedi renkli gökkuşağı ne tarafta olacak?..

Birleştir yedi rengi; çıkmıyor gökkuşağı…

Yağmur lazım olacak, onun için, herhalde…

Kenardan mı, önden mi, ner’den ışısın sahne?..

Bunları çok önceden düşünürüz sanmıştım…

Sahnede, tüm ömrümde, yanıldım ben her zaman,

Yanılgı da olsun evet, değil mi ki insan var…


Yeter o bile yeter, okşayışın sahnede,

El edişin, sevişin, kucaklayışın düşü,

Yeter o bile yeter, sen anne ol güneşe,

Senden çıksın o vakit, bütün o gezegenler…

Yeter o bile yeter; sarmala, kavra beni…

Bir oyun çıkaralım dedim mi daha önce?..

Demediysem diyorum; evet, evet, bir oyun…

Söndürüp ışıkları, yakmayalım bir daha…

Dalga dalga edelim, bizde susan ne varsa…

Dalgalarca uzayıp kısalalım bu gece…


Evet evet, bir oyun… Hem oyun hem bu gece…



Ulaş Başar Gezgin/06.12.2001

Guadanya 040977


Dağınık kumlara çizdiğiniz harita,

Duvarımda asılı durmada hala...

Solmuş olmalı çoktan, elimizdekilerse,

Gizleyemem daha fazla, sevgili Guadanya...


Kalbim şimdi, kıyıya vurmadadır...

Şimdi kalbim, kıyıya vurmuş balina...

Bu belki son nefesi, kollarınızda,

Belki ilk nefesi, kimbilir Guadanya...


Kumsal kadar uzaksınız şimdi siz bana,

Şimdi siz bana, okul önlüğü gibi yabansı,

Gelgiti, koşup dönüşü rüyalarımda,

Dalgaların, size en yakın zamanlarım Guadanya...


Üfleyişi rüzgarın, sanmayasınız boşa,

'Siz' olacak kadar uzaksınız şimdi bana, belki de daha
fazla...

Ve her bir silkelenişi incir ağacının,

Yara açmada dilimde, hem ne çok, Guadanya...


Yo... Buz tutmadı henüz, yurdum olan okyanus,

Dalgalar kıyıyı vurmadı daha...

Güneşin doğuşuna az zaman yok öyle ya,

Batışı güneşin, ne yeni, Guadanya...


Göğe atılan sular, karışıyor yine suya,

İlerliyor ağır ağır, zarif korsan gemisi,

Yaklaşmadadır sisler ardında pususever donanma,

Ne önemi var bunların, senin için Guadanya?..


İlişmedi bir kez olsun deniz anaları sana,

Deniz kestaneleri öyle çok dikenli ama,

Bunların, bütün bunların, gerçekten ne önemi var,

Bitmedi mi şöminede odunlar, Guadanya?..


Mahzun dursun çoğu vakit o zaman âmâ fener,

Ot bitsin, kuru kuru, kırıklı kayalarda,

Göğün, yerin, denizin söylediği insana,

Duyulmasın daha fazla, bundan böyle Guadanya!..


Bilinmesin notlu şişeler, defalarca saldığım suya,

Bakışın, sesin, gülüşün, bilinmesin yürüyüşün...

Bilinmesin, hep sır olsun, varlığın da yokluğun da,

Yakın olmaz benden uzak, kimseye, Guadanya...


Dağınık kumlara çizdiğiniz harita

Duvarımda asılı durmada hala

Solmuş olmalı çoktan, elimizdekilerse

Gizleyemem daha fazla, sevgili Guadanya...


Suya bırakın o balinayı, iyisi mi Guadanya,

Doğar yeniden 'siz'in 'sen' olduğu yerde o...

Suya bırakın ellerinizi sevgili Guadanya,

Doğsun şimdiye dek ölmüş ne varsa...



Ulaş Başar Gezgin/21.01.2002
(İmece dergisinde yayınlandı)
Bkz. http://www.imece.org/dergi/kis2002/guadanya.html

GUADANYA 5 MİLYAR


Güney’de Tay’dır Guadanya,

Musonlara yakalanır...

Kuzey’de daha çok, Lap’tır,

Gece-gündüz aşağılanır...


Batan teknesinde Somalililer’in

Onyedisi-onsekizi Guadanya’dır.

Kimi geceler Çeçenistan’da,

Yarısını ciğerinin, sel alır...


İran’da deprem olur, o yıkılır,

Rastlanmasa da adına atlaslarda...

Kimileyin Tutsi’dir Afrika’da,

Ancak, daha çok, zenci diye anılır...


Avustralya’da yerlidir, Amerika’da da,

Ahıska Türkü’dür Rusya’da, parya sayılır...

Az sayılmaz çektiği, Polonya’da,

Şenlikli günlerinden mezarlar kalır...


Şili’de zencidir, zenci, Peru’da,

Uymaz “dur” emrine, hemen vurulur...

Eski dünyada, yeni dünyada

Ondan bahsetmemek, isabet olur...


Seni bir şişeye koyacağım Guadanya,

Büyüyecek o şişe, salacağım suya...

Sığsın diye şişeye kocaman dünya,

Seni kerpiç evlere savuracağım...



Ulaş Başar Gezgin/ 29.06.2002

HATIRLAR MISINIZ?


Hatırlar mısınız,

Bacaklar yorgun,

Arşınlamakta idiydik ıslak sokakları...

Pencere önlerinde zarif saksılar?..


Çiçek Pasajı henüz açıktı...

Sahaflarda eski-yeni kadın dergileri...

Ramak vardı dukkanların kapanmasına...


Talihimiz henüz daha ters dönmemişti...

Islanmıştık, dahası karanlıktı...

Sicaktı ellerimiz, titrek değildi...


Çocukluk, bir hatıra fotoğrafı...

Tranvay ağır ağır ilerliyordu...

Ses seda kesilmişti, ortalık ıssız...


Avucumda ne küçücük, ne sıcacıktınız...

Aktarma yaptığımız tüm dolmuşlarda...

Bıraksam belki de uçacaktınız...


Hatırlar mısınız,

Şöyle capcanlı,

Çocukluk düşlerinizi, gençlik düşlerinizi,

Buğulanmadan bir sefer de, gözleriniz sizin?..


Sayası gelmiyor insanın, yaş ilerledi mi...

Sanki kendi düşüyor sahafa insan...

Tüm kadehler sizin için şimdi bu aksam...


Talihimiz henüz daha ters dönmemişti...

Koşmaya, yürümeye pek hevesliydik...

Mesut ederdi bizi, çocuk cıvıltıları...


Çocukluk, kimi zaman keskin bir ıslık...

Seğiriyor gözlerimiz şimdi daha çok...

Ses seda kesildi mi ürperiyoruz...


Avucumda ne küçücük, ne sıcacıktınız...

Bundandır, torunlarım hep sizin isminizde...

Sarılırım dünkü gibi onlarda size...


Belki şimdi çok erken, "bitti herşey" demeye,

Alt tarafi yetmiş yaş, uzun yıllar var daha...

O zamanlar ne küçüktük, yirmilerdeydik...


Avucumda yine küçücük, yine sıcacık olun!..

Tekliyor kalbim benim, siz olmadıkça...

Ya hep atıversin o ya kendiniz durdurun...



Ulaş Başar Gezgin/17.12.2001

HELVALI ŞİİR


-Serhat Güney’e-


Oniki denizciydik biz, oniki denizci…

Biri ben, biri kaptan, yedi tayfa, yok gerisi…


Deniz, burgaç burgaç yarılıyordu,

Rüzgar, ner’den gelir nereye giderdi kimbilir…


Tahin helvası almıştık limanda bir çocuktan,

Lime lime olmuştu gözbebekleri…


Sanki dün, o gün değilmiş gibi uzak,

Sanki yasakçasına, bir kez dünden konuşmak…


Yükselen dalgalardaki alçalan, o karaltı,

Sanmıştık ki tombul bir balıkçığın yüzgeçi…


Küçük ama benim olan ve köhne kamarada,

Yeni gemiler çizerdim, birgün yapılır diye…


Simitle kandırılan, uyanmayan martılar…

Kimse görmemişti henüz, düşüverdiklerini…


Siliyordu yerleri, beresi kulağında,

Bir futbol takımına gönül vermiş o tayfa…


Ansızın gördük onu, geminin kenarında,

Ama nasıl düşmüştü suya küçük helvacı?..


Atladı hemen tayfa, usta bir yüzücüydü,

Tuttu kolundan amma, gelmiyordu; gelmedi…


Gömülünce bir anda, sulara o ilk tayfa,

İkincisi atladı, çıkamamak üzere…


Gördük ki üçüncü de çıkmadı su üstüne,

Kestik ümidimizi, yardım çağıracaktık…


Oniki denizciydik biz, oniki denizci…

Biri ben, biri kaptan, biri tayfa, yok gerisi…


Ben bu işe of dostlar, bilseniz nasıl şaştım…

Yırttım çizdiklerimi, ben bu işi bıraktım…

Helvacı olacağım, bir liman meydanında…


Oniki denizciden, sekiz kaldı geriye…

Helvacı sayısıysa, ne bir eksik ne fazla…


Ulaş Başar Gezgin/06.03.2002
(Ağır Ol Bay Düzyazı dergisinde yayınlandı)
ISLAK ELDİVEN
-Sanadır bu şiir, ey minik çocuk- Kesildi elektrik, sen mumları yak! Uzaklardan dedem benim her an gelebilir, Keman çalar, testi kırar sofrada, Reddeder tüm aile, evlatlıktan onu... Dedem benim ne hovarda ne kabadayı... Uzak tut sen o mumu, yanıma yaklaş... Gölgeler “başkası bu” der iken gözlerime, Ben ki şoför mahalinde, bir küçük kız çocuğu, Şarkılar söylerim duraklar boyu... Bir buğulu cam mı idi “Eminem”?.. Mumun yanıp sönüşü, yağışı yağmurun, Belki sana dedemi ninemi anlatır, “Kardeşsiniz siz!” diye kandırılan aşıklar, O nikahtan yalan yere caydırılmıştır... Nikah: Bir gün kala rafa kalkmış bir dosya... Babam –söndür o mumu da söndür, mumu da söndür- Metruk bıraktığı fakültelere, bir daha, yemin olsun, dönmedi bir kez daha, Aklında tutmuşluğu bütün o rakamları, Doldurmak için belki, ömründeki boşluğu... “Benim kızım hiçbir zaman, istemedi benden para”... Annem –mum niye yanıyor, niye yanıyor o mum?- Okumuşsa köylük yerlerde, kentli olmak için miydi? Uyarmak içindi belki, evet öyleydi, Önlük ile gece gündüz top oynayan kızını... Bağırmadı annem bana, bağırmadı bir kez olsun... Söndür rüzgardan evvel, rüzgardan evvel... Neler anlatacak kimbilir, hikayeci dedem sana, Çevresinde toplanan tüm o köylüler, Dinliyorlar ağız açık, yok yere değil... Başkaları anlatsın hikayesini onun... Sönmüyorsa sönmesin, mumdur alt tarafı... At sırtında haytanın, berduşun teki, Çubuk tutar kardeşleri, nanay kendisi... İşi gücü anlatmak, aktarmak derdi günü... Anlatırsam, çok kişinin, roman olur yaşamı... Elektrikler geldi, sen şu işe bak... Bugün giden, bir anda yine kesilebilir, Döneriz eski yaşamlar, eski aşklara... Gözlerin ne kadar çok, geçmiş yorgunu... Dün koyduğu yerde bulamıyor, insan dünyayı... O da ne? Gözlerinde birkaç damla yaş, ‘Bakma sen’ diyorum, ‘bakma sen ellerime’, O kadim sahafta, raflar tozluydu, Ne kirli ellerim, -bundandır- doğru... Bu kadar zor sorular sorma... Bilemem... Hayır, geçmişte, gelecekte değil sorun, Yağmurun bütün derdi tek şu anladır, Gerisi ıslak, ıssız, sessiz sokaklar... Bir beden bu kadar çok, elbet ıslanmamıştır... Burnunda yeni açmış, sırılsıklam bir akasya... Gözlerinin gerisi mutlak, sürgündür! Kıvırcık saçlı küçük çocuk da olmasa, Kim yapacak kış kıyamet, kardan adamları... Gitme, bende bırakıp böylesi bir boşluğu... Düşlerimi veriyorum, ellerimi sana... Gitme! Buharlaşmada bir gölet oluyorum. Yitirdiğim o yerdedir benim o ellerini, Birşeyler bırakıyorum içimden sanki, Zor oluyor, -evet öyle- tüm bunları yazması... Yazmalı ki küllerinden bir şehir doğsun... Daha sokul, yanıma gel, şöyle yanıbaşıma gel, Buruk gelmede ise de hikayem sana, Bende ne oyunlar var, bende gülünç öyküler... “Yanlış numara” diyorum, “orası bura’ değil”... Kaş göz arasında nasıl, göğsüme düş doldurdun?.. Dönüp dolaştırdık biz, adamakıllı lafı... Sarhoş muyuz, niyedir bu çarpıntı bizdeki?.. Niyedir kulağımda, bir kanaryanın sesi?.. Bilmezdim titremenin upuzun sürdüğünü... Elimi tut... Çok kişinin roman olur yaşamı... Oysa az kişininki, yaşanır roman gibi... Elini ver, yaşayalım öylece bu romanı... Çok okuduk, yaşamak(,) sırası bize geldi!.. Islak durur eldivenin ne zamandan beridir?.. Ulaş Başar Gezgin/14.12.2001

İBRAHİM 

-İ. Fırat Kaplan'a-


Benim adım İbrahim. Adım İbrahim...

Kurşun yediğimde ben ayağıma,

dediler ki `git köyüne, yok bizde ilaç`...

Ner'den bilebilirdim, kırk gün sürecek...


Benim adım Ibrahim. Adım İbrahim...

Postalımı kaç gün oldu hiç çıkarmadım...

Tayınım oldu benim yolda bulduğum otlar...

Ner'den bilebilirdim, Manisa bunca uzak...


Daha çok yürüyorum sancıyınca ayağım,

O yanım öbür yanım kurt ölüleri...

Neler ediyor insana; kurda kuşa ilişen açlık...

Adım sanki daha fazla daha benim, İbrahim...


Yemen'de dedem benim bilememişti,

Kavuruverir imiş, eski dost güneş...

Tarlamızda ipince öyle masum duran kum,

Dönüyor koca çölde, namlı zalime...


Bizim köyden olmalı şu küçük çocuk!

Demek ben köyüme vardım nihayet!

Kızım! Yavrum benim! Hatça'yı çağır!

Nicedir görmemişim, varsın bu yana!


Bir haftalık ömrüm kalmış geriye...

Madem ki yolda kırk gün, bir tam ömür sayılır,

Hat'çam, sen yaşlarını gayrı iğri dök,

Hamza efem döker iken üzerime toprağı...


Benim adım İbrahim. Adım İbrahim...

Bir taş bile kalmamıştır üzerimde, su dökümlük...




Ulas Basar Gezgin/09.01.2002

İKİ NEMRUT’A TRİYOLE


İki Nemrut tanıdım ben, biri sensiz biri senlen...


Gerçek değillermiş de resmeder gibi düşlerimi,

İşte bak uzanıyor eteklerde dağ köyleri...

Ve dolanıyor, hiç bitmezce, o çamurlu patika...


İki Nemrut tanıdın sen, biri bensiz biri benlen...


Evrenin ilk anından beridir vaaar idi onlar,

Onlar kim mi? Eli çamur, yüzü çamur çocuklar...

Ve o yan bu yan kaçan, koyunları kuzuları...


İki Nemrut tanıdım ben, aynı anda hepi birden...


İnsanlar kadar açlar değil mi ki onlar da...

Kurt ulur çakal ulur çoğu zaman dağlarda...

Ve uyuyamaz gece, yabansa bur’da insan...


İki Nemrut tanıdım ben, dorukları kar ilen...


Tutuklaşır kentliler, yorulur ayakları,

Yük olur sırtlarına, kentte bıraktıkları,

Bağırarak konuşurlar, çığ olur tüm etekler...


İki Nemrut tanıdım ben, kıyıdan değil taaa derinden...


Başımı bıraktım ikincisine, tam da yanına tanrı
başlarının,

Bacaklarımı verdim birincisine, yıkanırken ılıkçana
suyunda o dağın,

Olduğum yerdeyim artık, ne geri ne ileri... 


İki Nemrut tanıdım ben, ırakçasına gözlerden...


Şimdi ben, yekpare bir bedenden ibaret, şimdi ben,
yürüyemez, düşünemez şimdi ben...

Şimdi ben bu kentte, bir küçücük gövde, seyirlik bir
ucube, ikiz kulelerden, pencerelerden...

Şimdi ben ne kaçabilirim senden, yetişebilirim ne de
sana...


İki Nemrut tanıdım ben, kolsuz başsız, yekpare
beden...


Şimdi ben, atamam uzaklara adımımı, anlatamam derdimi
sana, dilim yok, yok boğazım...

Şimdi ben, düşünemem seni, düş göremem, türkü de
yok... Yok ki ağzım...

Şimdi ben, hepten düşsüz, pusatsızım daha çok...


İki Nemrut tanıdım ben, ne idiler bilmeden...


Şimdi sen, fesleğende kardelende topla beni;
fesleğenlerinde, kardelenlerinde Nemrutlar’ın...

Şimdi sen, düşlerini kar suyuma doğayım, okşa beni
dünkü gibi, uzağında insanların...

Şimdi sen, taşı beni şifa için dağlara...


İki Nemrut tanıdın sen, tahta kapılı evlerden...


Şimdi sen, baş ol bana, düşünmem için seni tekrar, düş
için, türkü için, derdim anlatmak için... 

Şimdi sen, bacağım ol, götür beni doruklara, bir
varayım göreyim bir, gözüm olsun gözlerin...

Şimdi sen, bana bırak, yıldızlar toplamayı...


İki Nemrut tanıdın sen, okunuyor gözlerinden...


Ne arasın uzaklarda, karlı dorukları onların, ne
arasın düştenmişçe dağ köyleri, çocuklar... 

Çıkarmayasın bereni, o dağ kokulu bereni...

Unutmayasın sakın, ağlar belki bu dağlar...

Şimdi biz, dünkü gibi gelincik toplayalım...


İki Nemrut, yüreğimde iki ateş parçası...


Ulaş Başar Gezgin/16.09.2001

Il Pagliacci
                                     -Leoncavallo'nun 'Il Pagliacci' adli opera yapıtından esinlenerek-
Yalnız güldürmesini bilirim ben, bu gelir elimden...
 Dahası, yalnız başkasını, yalnız başkasını...
 Yalnız güldürmesini bilirim ben, işim bu benim...
 
Dolaşırım sokaklarda, para atarlar,
Vakit bulduklarında onca gülmekten...
 Peşimde mahallenin tüm çocukları...
 
En çok kıvırcık saçlı kız çocukları...
En çok onlar gülüyor kırmızı burnuma...
Soğukta daha fazla kızaran burnuma... 
 
Kimi zaman bir kumpanya bulurum...
Hokkabazlık, cambazlık yapıp bir sirkte,
Yemek için üç kuruş bir şey alırım...
  
Ağladığım şimdiye dek görülmemiştir...
Hep tutarım kendimi, akmasın diye boya...
Boyaların aktığı henüz görülmemiştir...
 
Yalnız güldürmesini bilirim, yalnız güldürmesini...
Bulunmaz öte yandan, beni bir güldüren...
Şöyle yerlere yatıracak, saracak, içten...
  
Yalnız ağlayarak bakabiliyorum çıplak göz ile,
Tüm dünyaya, gece çıkan bütün o yıldızlara...
Yıldızların düştüğü henüz görülmemiştir...
 
Üşüyor ellerim, yaklaşıyor son,
Madem ki vakit geldi, terlik giymeliyim...
Ev halimle bulmalı ölümüm beni...
  
Bir palyaço olarak yaşadımsa da, 
Bir çocukmuşçasına ölmek isterim,
Soğuğun beyaz eli dokunduğunda...
 
Ben de bir kez olsun gülmek isterim…
 
Ulaş Başar Gezgin/19.12.2001

İLAN


Yıllar, yüzgünler, binlerce an sonra,

Yaşanan olayın tümü, şöyle anlatıldı bana:


Hayır, kaçırılmamıştım, sanıldığının aksine:

Satmıştı babam beni, -hem anam- altıyüz milyona…


Ben nasıl anımsasam? Bir günlük, küçücüktüm,

Yaşamla tek bağlantım, memesiydi annemin,


Bir kez gördüm onu da, anne sütü bir kez gördüm,

Gerisi, yabancı ellerde, inek sütüydü ömrüm…


Alamayınca babam, söz verilmiş milyonu,

Durmamışlar, karakolda almışlar soluğu…


Geri verilmişim ben, anamın kollarına,

Bana ihanet eden anamın kollarına…


Bütün bunları bugün, bir küpürden öğrendim:

Eskiydi, sararmıştı kanepenin altında…


En genç fotoğrafımı soluk küpürde gördüm,

Sormam asla babama, gidip komşuya sordum:


Yaşanan olayın tümü, böyle anlatıldı bana,

Yıllar, yüzgünler, binlerce an sonra…


Doğrudur, insan bir kez yoksul olmaya görsün,

Bebeğini de satar, kendi yaşamını da…


Ben bunca düşük olan bedelime yanıyorum,

Dün altıyüz milyondum, şimdi kaça giderim?..


Tabii, bu da pazara bakar; arz-talep meselesi;

Fiyattan kırmak lazım; arz, talepten fazlaysa…


Günlerdir dolaşıyorum, kafamda bir soruyla:

Ner’den satın almıştı; aç, hain annem beni?..


Gerçek annemi ben;

Ben gerçek babamı;

Ben kardeşlerimi;

Arıyorum çok zamandır…



Ulaş Başar Gezgin/09.04.2002



İlgilisine esin kaynağı:


http://www.radikal.com.tr/veriler/2002/04/09/haber_34309.php

 
İLYAS’IN HIDIRELLEZ’DE, 5 MAYIS 1972’Yİ 6 MAYIS
1972’YE BAĞLAYAN GECE SÖYLEDİĞİDİR


Ölümsüzlük suyundan içtim Hıdır… Gel sen de iç bu
sudan…

Bundandır yıldızların yalnızlıkları, her birinin ayrı
ayrı, bundan…


Bak seninle ne barışlar göreceğiz, bak seninle ne
kuşatmalar…

Savaşlar niye var bildin mi Hıdır?.. İnsanlar ölümlü
olduklarından…


Bambaşka yaşamlarıyla milyonlarca insan, Hıdır…
Yaşıyor hepsi,

Beş kıtada, yedi iklimde, doğur doğur beş milyar
insan…


Ölüyorlar, yerlerini başkaları alıyor Hıdır… Kimse
bizle kalmıyor,

Onlar için hayıflanman boşunadır; boşunadır fanilere
acıman…


Değil mi ki kısacık ömürlerine –Hıdır- bilirler
sonsuzluğu sığdırmayı da…

Unutulmuyor değil mi ki sonsuzluk için, kendinden
ötesi için öylece vurulan…


İçmedikçe bu suyu, bu saydam suyu –Hıdır- başka türlü
olmayacak yaşamın,

İç şu suyu, hiç eser kalmayacak görüntünde etten,
kemikten, damardan, kandan…


Hem bir kez içtim değil mi ya bu suyu –Hıdır- yalnız
kalacağım sensiz… Sonu yok bunun…

Kim doğacak güneş, kim yağacak yağmur, kim olacak
akıntısı suların sen olmasan?..


‘İç!’ diyorum şimdi bunu, ‘iç sen bunu!’

İp geçse boynuna, ölmeyeceksin o zaman…


Yaradı içtiğin su, yaradı kutsal kase, yeniden
doğuyorsun,

Ateş çaldığın gibi –Hıdır- balmumu kanatlarla,

Kırdığın gibi zincirini köleler pazarında,

İçsin tüm insanlar bu suyu Hıdır!

Yaşam ancak o zaman yaşam sayılacaktır…



Ulaş Başar Gezgin /7 Mayıs 2002

İŞ ARIYORUM


Efendim, sizi böyle rahatsız ediyorum,

Biliyorum rahatsız ediyorum,

Ama ne yapayım, iş arıyorum...


İstanbul’da doğmuşum, tam çeyrek asır önce,

Trafiğe kapatılmış Boğaz, doğduğum gece...

Mesih gibi büyütüldüm taaa başından beri...


İlkokula gittik evet, küçücük kardeşimle,

Okuma-yazma öğrendik başka dillerde,

Öğrendiğim başkaca bir dilin alfabesi...


Sonra bir bakmışım ki Sen İgnatyus’tayım öylece,

Benden daha geyiğini görmemiştir o Lise, 

Bitirdim sekiz yılda İgnatyus Lisesi’ni...


Mühendis çıkıverdim sonra, ner’den estiyse,

Geçip gitti dört yılı gençliğimin, boş yere,

Düşündüm çok, sevemedim mühendislik işini...


Sonra aldım pasaportu ve bu soğuk ülke...

Kayıtlıyım bir ünivers’tenin embieyine,

İki yıl kaldı, vatandaşlık alacağım iyi mi...


Kardeşim de burada, okuyor iyi yerde,

Kafalı kız, belliydi, lise senelerinde,

O’na yaptırırdım hep, ağır ödevlerimi...


Su sızmadı aramızdan bir gün olsun, bir an olsun,

Ah bir de beyzbol oynamayı bilseydi...

Oysa o hep “seksek oyn’uyca’m” derdi...


Yardım edeyim soran varsa nasıl göçmen olunur,

Bur’da tüm sülalemiz... Elbet bilen bulunur...

Kardeşim de buralı biriyle evlensin bir de...


Unuttum söylemeyi, bir de eş arıyorum: 

Bakın fotoğrafıma, ben ne yakışıklıyım,

Hem söylemesi ayıp, altı dil biliyorum...


Dar kafalı babam işte,

Göçetmemiş daha önce,

Fırsat varken yerleşmeye...


Yok efendim memleketi, 

Varsa yoksa memleketi...

Suç babamda; doğamadık, büyüyemedik bu ülkede...


İş arıyorum işte, tüm bu niteliklerimle,

Gireceğim eminim, bol maaşlı bir işe,

Önceden de Fruko’da bir süre çalışmıştım...


Çok zengin olacağım, bol para, köşk, yat, araba!

Ticaret yapacağım çeşitli ülkelerle,

Ellerim yağda balda, geçecek ömrüm böyle...


Lakin bir derdim var ki, rahat söyleyemiyorum:

Kaç gündür böyle bu hep; hiç düş göremiyorum...

Kaç doktora göründüm, kar etmedi reçete...


İçimde günlerdir ben, bir boşluk duyuyorum,

Onu ben, beyzbol ile, basketle dolduruyorum,

Dediler şiirdedir, herşey şiirde, şiirde...


Bir şair bulunuz bana, Allah rızası için,

Dertleşeyim onunla, düşlerim geri gelsin, 

Yaşamımın bir anlamı benim de olsun yedekte...


Sonra ben o şairin düşüyle avunayım,

Her bir şiirinde ben, sarılayım yaşama,

O derin, saçmalayan türden olmasın ama...


İş arıyorum işşş! Yok mu işveren?!

Eş arıyorum eşşş! Yok mu bir bilen?!

Düş arıyorum düşşş! Bir gören yok mu?! 



Ulaş Başar Gezgin/16.09.2001

  1. KADIN ENTERNASYONELİ’NDE
    
    
    -Ulaş Başar Gezgin-
    
    
    I
    
    Kod Adı: Leyla
    
    
    Sayrı duruyor elim, yüreğim hasta,
    
    Bir isim veremiyorum şimdilik sana,
    Bağlayıp bombaları karnına,
    
    Yaşam için ölümü tercih eden kız!
    
    
    
    Belki Ramallah’taydın bir Mart sabahı,
    
    Belki Kudüs’te küçük bir dükkanda,
    
    Yakılmıştı köyün, bir uçtan bir uca,
    
    Gem vuramaz olmuştun duygularına...
    
    
    
    Bu şiiri ben şimdi nereye bırakayım,
    
    Kazdırayım dize dize hangi mezartaşına,
    
    Önce Filistin, sonra tüm dünya, vatanınsa,
    
    Savuruyorum her bir harfi dünyanın dört yanına!
    
    
    
    Savruluşu gibi yüreğinin senin, durulmazlığı gibi,
    
    Savruluşu gibi çocukluğunun, genç kızlığının,
    analığının,
    
    Savruluşu gibi yedi kat toprağın göğe,
    
    Savrulsun bu şiir de, kabus olsun zalime!
    
    
    
    
    
    26 Nisan 2002/ Ürgüp yollarında
    
    
    
    
    
    II
    
    Gida (Guida)
    
    
    
    Üç fe bir ge geliyor aklıma, 
    
    Portekiz dendi mi bana:
    
    Faşizm, futbol, fado
    
    Ve hünerli elleriyle Gida...
    
    
    
    Yirmibeş Nisan Bindokuzyüzyetmişdörtte,
    
    Devrim oldu Portekiz’de,
    
    Dün kutladık coşku ile,
    
    Elimizde karanfiller...
    
    
    Namluda çiçek var namluda kalem,
    
    Namlunun ucunda Salazar,
    
    Kimsenin burnu kanamayacak,
    
    Değil mi ki cephede halk var!..
    
    
    Dün fadoyla ağlayan milyon insan,
    
    Bugün de kadife seslere ağlıyor,
    
    Zafer sevinci, faşizme karşı,
    
    Gida’nın gözlerinden okunuyor...
    
    
    Üç ge bir fe geliyor aklıma,
    
    Portekiz dendi mi şimdi,
    
    Bir geldi mi gitmiyor o,
    
    Gida, Gida, Gida, fado...
    
    
    
    26 Nisan 2002/ Nevşehir yollarında
    
    
    
    
    
    III
    
    Hüüdma
    
    
    
    Estonya’nın anlamı yok...
    
    Anlamı yok başkentin, taşranın, iç bölgelerin...
    
    Estonya, bir kapalı kutu...
    
    Henüz keşfedilmemiş, örümcekli mağara...
    
    
    
    Seninle giriyoruz o mağaraya,
    
    Kimlerden saklanmıyoruz ki, nice zalimden,
    
    Ateş yakıyoruz, ısınıyoruz, duvarlarda resimler...
    
    Büyülüyor bizi, resmedilmiş ne varsa...
    
    
    
    Eli elimde, kolu kolumda Hüüdma’nın,
    
    Çiçek topluyor daha çok... Daha fazla papatya...
    
    Resim çekiyor, yok banyosu yaşamın...
    
    Avucunda bir yaşamla öylece duruyor Hüüdma...
    
    
    
    Kararıyor hava, yağmur yağmada,
    
    Islanıyor papatyalar, güvercinler, develer...
    
    Bulamadıklarımızın tümünü açıklarda,
    
    Bir oyukta bulacağız belki de Hüüdma...
    
    
    
    26 Nisan 2002/ Nevşehir yollarında
    
    (İngilizce çevirisi için bkz. Huudma in Gezgin’s Yearbook of Poetry, 2002)
    
    
    IV
    
    İva
    
    
    
    Dişlerinin arasındaki kocaman boşluklara,
    
    İnciler, mücevherler dolduracağım,
    
    Bir elimde Bulgar votkası, Mila’yla,
    
    Yüreğine bir güvercin sığdıracağım...
    
    
    
    Çıplak memeleri Sofya heykelinin,
    
    Kaç çocuğu emzirdi yıllarca...
    
    Uçtu elinde tuttuğu baykuş ve tacı,
    
    Diyorum ki sana yakışır daha çok, sevgili İva...
    
    
    
    Kırmızı bardaklarda akıp giden midir yakut?
    
    Yüzüğündeki taştan mıdır gözlerin?
    
    Karanlıkta daha bir parlıyor onlar,
    
    Çıkamıyorum, onlarda Boğaz’ın akıntısı var...
    
    
    
    Ben bu dünyanın dört köşesinde,
    
    Senin heykellerini yaptıracağım,
    
    Kalkmadıkça sınırlar dünya üstünde,
    
    Özledim mi heykeline sarılacağım!..
    
    
    
    
    
    26 Nisan 2002/ Nevşehir yollarında
    
    
    
    
    
    V
    
    Anna
    
    
    
    Her mevsim gül açtığından mıdır ki Litvanya’da,
    
    Kutup kadar yakın olduğundan mıdır Ekvator’a,
    
    Oynuyor parmakları klavyede Anna’nın,
    
    Şimdi kaygılıysa da rahatlayacak Anna...
    
    
    
    Söz olmaktan çıkıyor sözleri karanlıkta,
    
    Yepyeni bir ülkeyi anlatıyor bana,
    
    Kısa, kumral saçları, uzun tırnaklarıyla,
    
    İşte şimdi karşımda, baharı gelmiş Litvanya...
    
    
    
    Rus kadar Litvanyalı, Litvanya Rus’u Anna,
    
    Bir eli Kutuplar’da, öteki Ekvator’da...
    
    Ne yaşadı, neler gördü sormuyorum,
    
    Sormasam da anlatacak nasıl olsa...
    
    
    
    Diyebileceğim çok şey yok sana,
    
    Yalnız; yitip gitmesin canlı hatıran,
    
    Yaşamın tek armağanı insana,
    
    Yanlış paketlerden çıkıyor her zaman Anna...
    
    
    
    
    
    26 Nisan 2002/ Avanos yollarında
    
    
    
    
    
    VI
    
    Guadanya
    
    
    
    Hey gidinin haymatlosu... Vatansızı hey gidinin...
    
    Görecek miydim seni de burada...
    
    Kimliksiz, pasaportsuz, kokartsız, yaka-kartsız...
    
    En sahici sen duruyorsun burada Guadanya...
    
    
    
    Nicedir tutmamışım ellerini, öpmemişim nicedir...
    
    Nicedir yaşamışım da, daha çok yaşamamışım...
    
    Güvercinliğe dönmüş göğüs kafesim...
    
    Soluyor havayı... Ama ne hava...
    
    
    
    Peygamber böceği gibi midir ki?..
    
    Yusufçuk mudur gelincik midir?..
    
    Bir an için yakın olan ne varsa bana,
    
    Uzak düşüyor, bir hayli uzak, bir anda...
    
    
    
    Geçti papatya mevsimi... O vakit değil bu vakit!
    
    Her yerimize taktığımız saatler,
    
    Hep ‘bu da bitti! Bu da bitti!’ diyorlar bize,
    
    Diyorlar ki ‘dönüş yok’ defalarca...
    
    
    
    Zamansızsın sen, anladım, sevgili Guadanya...
    
    Zamansızsın, vatansız olduğun denli...
    
    Göremem ki zamansız bir varlığı, duyamam ki...
    
    Bundandır, tatlı bir fısıltısın yalnızca,
    kulaklarımda...
    
    
    
    
    
    26 Nisan 2002/ Ürgüp

Karanlık Öpüşü Suyun: Küçük Balıkçı


Nedir bir balıkçının derdi günboyu, küçük balıkçı?..
Balık, rüzgar ve de tuz?..

Yosun tutmuştur şimdi, o enkazın dibi... İster
hatırlama hiç, istersen aklında tut...


Yalandır, yakın olduğu adaların bu kadar çok;
rüzgarsız olduğu denizin, yalandır, tümden...

Yalandı, gözümle gördüm; uçmaz insan, yüzemez kuş... 

Doğu’dan doğduğu güneşin, Batı’dan battığı yalan...


Devrilir tüm kayıklar, gerçektir rüzgar! Bütün dallar
kırılır, yapraktır düşer,

‘Seçme!’ diyorum sana, eli boş dönmektense; bir daha
evine hiç, dönmemeyi; yo!


Hem bir balıkçının nedir derdi günboyu?.. Dalga alır
rıhtımda saçları küçük kızın... 

Bir açar kapatır hava, düştü düşecek yağmur...
Tutamazsın kendini; ille açılacaksın...


‘Açılma!’ demiyorum küçük balıkçı, ufuklar senin! Unut
kıyıyı, artık, denizin çocuğusun...

Bir ben bileceğim bir ben bilecek bir ben; son çıkışın
olacağını bu çıkışının...


Başladı mı bir kere, su almaya kayığın; hoş geldin
sefa geldin o zaman aramıza...

Ancak o zaman senin olacak, tüm bu deniz tüm bu gök...


Şimdi öyle büyüdün öyle büyüdün sen küçük balıkçı,

Kimseler kimsecikler, seçemez artık seni; 

Bu kadar küçüldün işte büyük balıkçı...


Balık, rüzgar ve de tuz, hep solak, hep pes,

Kıyıdaysa insanlar, hep tıknefes, yorgun hep...

Karanlık öpüşü suyun... Sarmalasın su seni...



Ulaş Başar Gezgin/01.12.2001

KESİN LAZIMDI


Seninle konuşmam lazım... Konuşmam lazım!


Sana öte dünyaları anlatacağım,

Dalgaların yaladığı puslu feneri,

Bir kez olsun güngörmez fokları, balıkları...

Gözleri –ay vurdu mu- buğulanır,

Buğulanır adamakıllı, nergisin...


Sana öte dünyaları, öte dünyaları...


Seninle konuşmam lazım. Konuşmam lazım!


Kötü bir haber sana: Kısadır ömrümüz,

Biz gidecek, evren bur’da kalacak...

Kötü bir haber sana: muaf değil gözlerin...

Hangimiz sağ kalacak, bugün, yarın, kimbilir...

Kim kimin tabutunu –kimbilir- taşıyacak?..


Hangimiz tabutları, tabutları...


Seninle konuşmam lazım. Konuşmam lazım!


Elleri tutmaz olacak akordeoncu kızın,

Söylemez olacak dili, Makedon ezgilerini...

Simitçinin gözleri, düş çürüğüdür...

Mahallenin delisi hep vakur hep şen,

Bu maskeli balo da –evet- bir son bulacak...


Issızlaşacak tranvay rayları, rayları...


Seninle konuşmam lazımdı. Konuşmam lazımdı...


Ya sen geç kalmıştın, ya ben ketumdum biraz,

Fırsatımız olmadı hiç tomurcuklanmaya,

Harap, virane kaldı Tabaklar Mahallesi,

Yetmedi gücümüz düş onarmaya...

Tüm dünyaya –söyle- nasıl çadır kuruldu...


Seninle konuşmam lazımdı... Kesin lazımdı...



Ulaş Başar Gezgin/16.10.2001
(İmece dergisinde yayınlandı)
Bkz. http://www.imece.org/dergi/eylularalik2001/kesinlazimdi.html 
KIZKALESİ’NDE ONÜÇ İSKELET

Kızkalesi’nde onüç iskelet...

Dururlardı nicedir, yerin altında,

Çapraşık, gelişigüzel onüç iskelet...


Tek kalanlar onlar, kanlı bir günden,

‘O gün’ dedim, ‘bir tür küçük kıyamet’,

Ağır yaralar almış çoğu göğsünden...


Yoksaydığından beridir insan insanı,

Sürmededir böylece bu kanlı cinnet...

Bir cinnet ki çileden çıkaran insanı...


O nedir ki, yaz demeden kış demeden,

Mezarlığa çevirir tüm yeryüzünü?..

Bilemez bunu insan, bir kez ölmeden...


Birkaç yıla kalmıyor canavarlaşıyor,

Bir kez açan bu dünyaya gözünü,

İnsan bundan olacak, hayli karamsarlaşıyor...


Ölüler yeniden doğsun! Zincir kırılsın!

Cennet de cehennem de hemen yıkılsın!


Kızkalesi’nde onüç iskelet...

Kabul etmesi çok zor, yaşananları...

Otuz santim derinlikte onüç iskelet...


Toprağa karışmıştır, delik deşik mintanı,

Bıyığı bitmemiş henüz, kime etsek şikayet?..

Sahabı olmayanın yerde kalıyor kanı...


Uzak değil hiç ölüm, insansoyuna,

Olmadık vakitte bulur insanı,

Güvenmesin hiçbir yiğit, boyuna posuna...


Bir ‘dur’ sözü duyarsın arkanda ve durmazsın,

Hayal meyal hatırlarsın bir el silah sesini,

Ne başlayıp ne bitti, hiç mi hiç anlamazsın...


Kızkalesi, Kızkalesi olalı beri,

Görmemiş olacak böyle bir günü,

Kıyamet denilen şey süpürecek herşeyi!..


Ölüler yeniden doğsun! Zincir kırılsın!

Cennet de cehennem de hemen yıkılsın!



Ulaş Başar Gezgin/22.10.2001

KÖTÜRÜM ŞİİR


Uzun koridorlar… Koridorlar upuzun…

Ter içinde kalan doksanlık nine,

Yeni nöbet değiştirmiş hastabakıcı,

Bitmek bilmez gecelerce bitkin düşmüş refakatçı…

Burada sessizlik kadar zehir de solunmaktadır…


Burada, sessizlik kadar zehir de, ayışığı da;

Burada, yabancılık, burada özlem;

Burada kesik telefonlar, kanlı peçeteler;

Erimektedir şimdi, tersdüz serum boyunca…


Erimektedir şimdi; damarlarında,

Koridorun boğucu havasını, mezarsılığını,

Heyelan gibi düşen bir çocuk çığlığını,

Ayağı yüksekte tutulan o anneyi,

Taşıdıkça o,

Hayat ondan belki de daha fazla,
Uzaklaşmaktadır…


Yediğini çıkarıyor –ama ne çıkarış-

Biçimsiz damlalarda, bu lanet hayat…

Okullarsa yakın olan, doğumevine en çok;

Ölüm evine en yakın mekan burası işte…

Burası işte, pusulanın şaşırmışlığının

Herşeyin, heryerin üstünde durduğu…


Burada saatler geri duruyor, yalan yok…

Geçmek bilmeyişi saniyenin, dak’kanın,

-Yalan yok- burada, gözkapaklarındadır,

kapalı gözkapaklarında, büyük küçük hastaların…

Yalan yok, uzamıyor bur’da gündüzler, hayır…


O lanet sancıları, hangi gün hatırlasın,

Belleğini batık bir gemide bırakan kaptan…

Elindeki kolundaki yanık izleri…

Kim, ne için, -neye yarar- bunları yazsın…


Acı… Çekildiği zaman acı… Acı, içteyken acı…

Aralık kapılardan –yol yok- anlaşılmaz o…



Ulaş Başar Gezgin/23.02.2002
Cerrahpaşa Ortopedi Servisi

MAVERİK


Bir atkısı vardı, doğrudur, çıkarmazdı hiç bir zaman…

Önceden sezerdi belki, tüm yağmurlu günleri…

Yalnız yağmur mu ki; fırtınaları, düştü düşecek
yıldırımları…

Şimdi bir karanfil koyuyorum mezarına, kuruyor birden…


Küçük kara balıktı; kaynağını soran, nehrin…

Düz yürümeye meyilli bir yengeçti daha çok…

Titrediğini görmedim hiç, görmedim seğirsin bir kez
gözleri…

Bunun için midir ki peşinden yürüdüm hep?..


Delik deşik sayılır şimdi, mintanı, gömleği;

Aynıdır yine de, dün ne idiyse…

Yün eğirecek kadar ince elleri;

Kaba elleri, top dökecek kadar…


Rahat uyu şimdi kardeşim, sen rahat uyu;

Yetecektir şimdi tümüne, sade duruşun,

Sen bir korkuluksun artık, düşman kargalara,

Bir dalgalandı mı atkın, kaçıp gidecekler…


Uymadın ya sen hiç bir kanuna,

-yerçekimi dahil, birleşik kaplar dahil-,

İşte bu yorgunluğu, bu reddiyeyi,

Artık bir başka dünyada dindireceksin…


Ulaş Başar Gezgin/14.08.2001

 
Ortodoks Bir Rahİbe Derdİ kİ -Çook Çook Eskİ
Zamanlarda, Yürürken Sokakta-


Ve dün seni Surp Agop Mezarlığı,

Ve dün seni Evliya Kul Kabristanı,

Ve dün seni Sen Avgustus Maşatlığı

Yapan şey ne idi?..

O ne idiydi ki, bir baştan bir başa aşıverirdi

Rum atlılar, yaz, kış, hazan demeden...


Ortodoks bir rahibenin gözlerinden görmedeyim şimdi
seni...


Düşün bir; mezarlar arasında seyir masaları,

En iyi Boğaz manzarası meftalara olunmuş ki tahsis,

Herkes bahri onların gördüğü yerden görmek
istemekte...

Dahildir yabancı heyetler, harp divanları, sirk
cambazları...


Ortodoks bir rahibenin dudaklarında telaffuz etmedeyim
şimdi ismini...


Şimdilik yalnızca burada, yalnızca burada içiliyor
mezarlıkta,

Ben senin yarın öbür gün alacağın hali de bilirim;

Her yere dağılacak mezarlar, bunu söylemeli öncelikle,

Ve mezar bakışlı olacak her bir insan,

Manastıra sığınacağım hemencecik...


Ortodoks bir rahibeyim -yalanım yok- şimdi...


Ve doğrudur taksim edildiği, bu kentin sularının,

Beyzadeler, uzun uzun yıkansın diye,

Çatlasın diye dudakları küçük çocukların...

Hep dipte kalsın böyle olacaksa, 

Su yoksa, herkesin ağzı kurusun...


Ortodoks bir rahibenin kutsal su kasesinde -gör, bak-
nasıl bir damlayım şimdi...


Kent kararıyor kimi zaman bir anda,

Kömür mü soluyor yorgun insanlar,

Soluklarını mı tutuyorlar daha çok?..

Bu tranvay yolculuğu belki bir son bulacak,

Ama bilet gösterelim şimdi müfettiş beye,

Ve şöyle süzecek bi', hayranlıkla beyaz tenimi,

'Güneş yüzü görmemiş oluyor bunların yüzü,

Bembeyaz, düşünsene, bir tek daha ver...'

Diyecek yarenine bir rakı sofrasında...


Ortodoks bir rahibenin bin yıllık ak yüzüyüm şimdi...


Çok tören oluyor bu aralar kilisede,

Vaftiz elbet... Düğün tabii... Ama daha çok cenaze...

Bir şeyler duyuyorum tütsüler arasında,

Çeviriyorum yüzümü, sağa sola, arkaya,

Hayır... Yitip gidene böyle yetişemiyorum...

Süzülüyor parmaklarımdan takdis suyu, dökülüyor...


Ortodoks bir rahibenin ellerinden kayıp giden, benim
işte...


Haykıracağım bir gün taş sokaklarda,

Sabaha karşın, henüz karanlıkken haykıracağım!

Diyeceğim, 'beni sırtlayacak bir tabut bir gün,

Dün kimi sırtladıysa, sessiz, usul usul,

Beni titretecek' diyorum, 'titretecek beni!'

Ve çıkacağım umarsızca çan kulesine,

Bu kent için son bir kez çan çalacağım,

Boynuma bağladığım çanın ipiyle...


Ortodoks bir rahibenin çanın çalışıyla inip çıkan
artık buza kesmiş bedeniyim şimdi... 


Ulaş Başar Gezgin/13.08.2001

PEYNİR GEMİSİ YÜRÜTÜYOR LAFLA PEYNİRCİ


Kuruluyor pazarlar, dolup taşıyorlar amma,

Boşalacak buralar kalmadan akşamına...

Yok işte yeni bir şey, peynirci cephesinde...


Dil peynirim var benim, dile benzer, kayar dilde...

Dertlileri cezbedecek tatlı dilim de,

Hoş sözler boşanacak bir ağzım da var...

Bıraksanız, konuşayım bir?...


Kelle peyniri var, koltukta... İki karpuz...

Bir kalıbın yanına, bir çift zeytin koyunuz,

Aç için bu dediğim, şah sofrası olacaktır...

Şahın açlığı da, açlık sayılmalıdır...


Ellerimle erittim şu eritme peyniri,

Yani elim de var, kolum da var.

Sarmalar kimi zaman, kimi zaman kol büker

Bıraksınız, sayacağım nasırlarımı...


Gençten çocuklar tanıdım, iplik peynirini,

Boyunlarına doladıklarında kimbilir kaçıncı kez,

Lanet ettim yaptığıma bu katil peyniri...

Dinamitten pişman olan mucitlere sorulmalıdır...


Bitişik kaşlıların olsun, kaşkaval peyniri...

Çatılır kimi zaman bunca işe kaşlarım,

Kendimi en çok ben, onlarla anlatırım,

Bıraksanız, sığdıracağım, sitemdir kaşlarıma...


Tel peyniri, bıyıkları tel tel çıkan delikanlılara,

İnek cenahının imansız armağanı...

Nasıl ki görülmemiş şimdiye dek, bıyık yiyen,

İstemiyor olmalılar gençler, almayı bundan...


Hangi eller daha iyi, yapar otlu peyniri,

Kandilin ışığında yoğuran köylü kızdan...

Van’ın kapanmış tüm yollarında kışları,

Kentlilere inat olsun, büyücek otlar biter...


‘Hangi eller’ diyorum ‘hangi eller’,

örebilir örgüsünü örgü peynirin, çözebilir

hangisi, kıyabilir hangisi çözmeye...

Bana kalırsa Bakır’ın peynirini, ben hiç
satmayacağım...


Gizliyorum nasıl yapılır Urfa peyniri...

Gösteremem kimseye peynirhaneyi...

‘Peynir ağacından topladım’ diyorum çocuklara,

İster inanın siz de, ister inanmayınız...


Ellerine tutuşturduğum, vardiya çıkışı,

Genç, yaşlı işçi kadınlara, tulum...

Duman çekerlerse de günboyu onlar,

Bir tulum parçasıyla salim olurlar...


Size ne çok söyledim, loy kirli hanım,

‘Peynirsiz yaşanmaz işte, yaşanamaz’ diyorum...

Geçerse de bir çırpıda, tüm kiri elinizin,

Kaşardaki delikleri kimseler tıkayamaz...


Yıllardır kendime, şudur sorduğum:

Teleme bir yana dünya bir yana,

Hiçbir işe yaramaz, peyniraltı suyu muyum?

Ben hep peynir şekeriydim belki daha çok...


Bilmesin istedim, kimse bilmesin,

Peynir hastalığına tutulduğumu...

Öksürüğüm, peynir küfü yüzünden...

İplik peynirinde yürümede çocukluğum...


Değil mi ya peynirdendi yatağım,

Değil mi ya düşlerim hep peynirden...

Değil mi ya, evim, bütün elbisem,

Bütün dünya, yalan yok, peynirdendi...


Atlasın o peynirden öbür peynire,

Peynir kurdu hatta peynir sineği...

Gücüm yok savaşacak, kurtla sinekle,

Peynirleşmedeyim ben de, süt isem...


Peyniraltı suyuna banınız varlığımı...



Ulaş Başar Gezgin/16.01.2002

 
 
POSTANE’DEKİ MEMURİYETİM


Postane’deki memuriyetim?..
Evet efendim, çok eskidendi,
Postane’deki memuriyetim...

Çok söz bulamıyorum söyleyebilecek,
Memur yaşamıydı bizdeki işte,
Çok söz bulamıyorum söyleyebilecek...

Üsküdar’da bilcümle tanırdı beni,
Gelmez miydi herkes jeton almaya?
Heyecanla beklerlerdi pul uzatan elimi...

En çok yâri uzaktakileri anlardım,
Titrerdi elleri, zarfa uzanan elleri...
Bilmezlerdi onlar amma hep ucuza satardım...

Uzun kuyruklar olurdu. Ner’de o günler...
Uğramıyor nicedir, bize ahali,
Onlar neden postaneden böyle sürgünler?

Postaneler yokolacak, bilgisayar var artık,
Biz memurlar internet kafe açmalıyız, anladık...

Aha ner’de kalmıştık?: Eksildiler yavaş yavaş,
Yitip gitti elleri titreyen aşıklar, zarflar,
Mektup gelmiyor artık, bu nasıl bir iş...

Pul damgala, pul damgala, pul damgala,
Yirmibeş yıl, dile kolay, yirmi beş, tam yirmi beş,
Geçmiş bütün yaşamım pulla damgayla...

Hapishane mi olacak postane binası?
Hamam olur bakarsınız, okul olur...
Ya internet postasının nasıl olur binası?..

Dokuz altı, dokuz altı, yaaa, dokuz altı...
Arada öğlen yemeği, sefertasında,
Cumartesi açık amma pazarları kapalı...

‘Böyle geçti’ diyorum, duyuyor musunuz?..
Gözlerim doluyor bir mektup alsam,
Bu internet çağında, anlıyor musunuz?..

Postaneler yokolacak, bilgisayar var artık,
Biz memurlar internet kafe açmalıyız, anladık...


Ulaş Başar Gezgin/22.10.2001
(İmece dergisinde yayınlandı)
“RESİMDEKİ GÖZYAŞLARI”
Yazık ama gerçek bu, siliniyor bende yüzün...
Gün geçtikçe...

Buğulanıyor pencerenin dışındaki tüm dünya,

İnanır mısın?..

Daha çok uzaklaşıyoruz dünden, -bu gerçek-

Gün geçtikçe...

O zaman hiç durma sen, resmini gönder bana...


Bir resim... Yalnız senden oluşmalı o ama...

Yalnız senden...

Bir resim... Ondan anlamalıyız, dün vardık,

Yoksak bugün...

Çünkü gelgeç rüzgarlardan, kalamadı hiç bir şey,

-Küçük bir yaprak bile-

‘İşte budur’ diyerek, bağrımıza basacak...

 
Bir resim... Belki böyle telaffuz olunabilir,

-İşte böyle-

Benden yitip gitmemeye hep yeminli varlığın,

Söz tutar ve sır saklar,

Bir resme ne kadar çok sır sığabilmedeyse...

Ne kadar çok yıldız...

Bir resim, ancak bu kadar düş yüklü olabilir... 


Doğrudur, bu dediğin, hepten doğru olabilir,

 
İnandım hep sana...

Bir resim yalnız düşte midir ki, bir an gerçek
olabilir?..

Gerçek?.. Hayal?..

Bir resim, söyler misin, neyi unutturabilir?..

Özlem?.. Sitem?..

Bırak da bunu ben, kendim bakıp anlayayım...


Bir resim,

Senden yalnız bunu isterim...

Bir resmin...

‘Yok’ diyorsan, gider kendim çizerim,

garip bir beden çıkar, bir de garip yüz;

O zaman ‘bu ne biçim?’ deme bana sakın sen,

Öyle eğilip büküldü, bende hayalin senin...


Özlem... Evet, en iyi bu anlatabilir,

-En derinden bu-

Yıktıklarını bize, sarsak zamanın...

Düşlerimizin tüm fişekleri, cephaneleri,

-‘Hepsi bir anda’ diyorum-

İşte tam da bir resimde infilak edebilir,

-Resminde, aniden-

En güçlü hissettiğimiz anda kendimizi,

-Kapı kilitli, yatak sıcak, tatlı bir yorgunluk var

üzerimde uyumak için-

Bir resim, tüm dünyayı kevgire çevirir,

-Garip tabii- 

Dağlar bunu söyleyecek –kulak verirsen- sana,

-Teker teker, hafif hafif-

Rüzgar.. Evet o da fısıldayacak kulağına,

-Suç ortağım bol-

Deniz, diyecek ‘göstermem, sana yeşil yüzümü’

-Ciddi olabilir...-

Yap dediklerini, zararı yok, bir resim gönder bana...


Yap dediklerini, doğrusu, boğazımı kesecekler,

-Ben de şaştım-

Dağlar, rüzgar, deniz ve ne varsa onlara dost...

-Liste kabarık...-

‘Yap dediklerini’ diyorum, bir resim gönder bana...

-Gönder, hadi gönder!..-

Ya fidye isteseler, yok beş kuruş paramız...


Daha kaç çiçek toplayacağım, de bana,

Daha kaç çiçek?

Sana taç yapacağım kocaman demet için,

-Baya’ oldu-

Daha hızlı mı soluyor yokluğunda çiçekler?

-Neden olmasın?..-

Bir resim, yaprakları kendine getirebilir...


Zaman yalnız resimlerde mağlup olabilir,

-Eminim...-

Yalnız, sondan yana çalışır başka türlü zaman,

-Kanıt bol...-

‘Zaman parazit olur’ diyorum, yersiz yurtsuz tüm
düşlere...

-Vakitsiz ölümler...-

Bir resim, o zamana haddini bildirebilir... 


Sen gönder bir resim! 

Resmini gönder bana! 

Bilerek her bir resmin,

Hep eksik olduğunu,

Her bir resmin –bilerek-

Hep yarım kaldığını...

Kahrolarak sen olmadığına,

Resmin gerçekten...


Şimdi sen uzaklardan,

İyi bak bu harflere,

Şimdi sen bu harflere,

Güzelce bir poz veresin,

Deklanşöre basılacak, okudun mu son dizeyi...

Banyo et bana gönder, banyosuz bana gönder...

Hazır ol çekiyoruz: Çıttt...

Bir resim gönder bana...


Ulaş Başar Gezgin/25.09.2001

SIRILSIKLAM


Hava karanlık, hiçbir şey yok yıldız namına...

Üstüm başım sırılsıklam...

Çıkıyorum merdivenlerden ağır ağır, arkama bakarak...

Üstüm başım sırılsıklam...


Hayal meyal hatırlıyorum çağırışını...

Yağmur yağıyor bardaktan boşanırcasına...

Yere bırakıyorum kendimi hemen...

Üstüm başım sırılsıklam...


Ellerinin titreyişinden anlıyorum...

Yağmur içe işlemede, geri durmamada bir an olsun...

Bir hayli ıslak mı ne, ağzından dökülenler...

Üstüm başım sırılsıklam...


Beni rüzgara bırak, beni ufkun her gün geçip giden 
kızıllığına...

Çiğ de bir tür yağmur sayılmalıdır...

Ne yana açsan avucunu, hangi yüze haykırsan,

Üstüm başım sırılsıklam...


Bir merdivenden bir başkasına... Hayat bu işte... 
Arada düzlükler...

Paltonun işe yaramadığı ortadadır...

Bunca sözcüğü, ard arda bulmadasın sen, nereden?..

Üstüm başım sırılsıklam...


Otobüse biniyor, yürüyorlar, dünden, evvelsi günden, 
geçen haftadan yorgun insanlar...

Alnımda yine ıslaklık... Terlemişim...

Savruk sesler çıkaracak bugün yine, iş makinaları...

Üstüm başım sırılsıklam...


Okula giden küçükleri düşün... Her yer karanlık...

Düşün, nasıl kuruyacak, ne vakit, yağmur suyu almış 
defter ve kitap...

Eğilir bükülür ateşte, lastik çizmeleri sınıfın...

Üstüm başım sırılsıklam...


"O yan" dediğin ne yan?.. Bulamıyorum bıraktığım
yerde,

Islak kirpiklerini, korugan kaşlarını, seğirişini
ellerinin, su birikintilerine...

Sen, ben, ellerimiz sırılsıklam diye midir ki,

Bütün dünya sırılsıklam?..



Ulaş Başar Gezgin/05.02.2002

 
ŞİMENDİFER HIRSIZI



Bugünlerde öyle çok istiyor ki canım,

Anlamakta anlatmakta bir hayli zorlanıyorum:

Bir tren kaçırmalıyım! Tren kaçırmalıyım!


Sürerek ben daha hızlı daha hızlı daha hızlı,

Göz kırpışta geçen neyse tam da ondan olmalıyım...


Değiştirseler bile namussuzlar, makası,

Kolay mı bu vakitten sonra, kesmesi hızımı...

Koca tren ve yalnız ben... Koca tren ve yalnız ben...

Bilmeyecek hiç kimse, trenle yalnızlığımızı...


Fırlasın o göstergeler daha hızlı daha hızlı!

Dünyayı yörüngesinden, daha çok saptırmalıyım...


Tünellerden geçişimiz farkedilmeyecek pek...

Not düşmeyecek memur, 'rüzgardır bu' diyecek...

Kenardaki köşedeki ahalisi evlerin,

İlk defa olacak ki, uyanıvermeyecek...


İleri! İstikamet: Gökkuşağı! Gökkuşağı!

Her bir hayvandan bir çift, çiçek böcek almalıyım...


...


Geç anladım: Gitmiyor, varmıyor oraya raylar...

Geç anladım: Ötedünyam -adı üstünde- ötede...

Geç anladım: Bu tren, dediğim tren değil...

Geç anladım: Kırdılar, makası bir tarafa...


Bugün benim düşlerim, gerçek olmadıysa da,

Ne malum yarının da, dün gibi olacağı?..



Ulaş Başar Gezgin/07.01.2001



BİR HABER: "Şimendifer Hırsızı

METZ- Fransa'da 18 yaşında bir genç, dün gece gardaki
bir lokomotifi 'kaçırdı.' Polis kaynaklarına göre,
akli dengesi yerinde olmayan delikanlı, rölantide
çalışmakta olan lokomotifi hareket ettirmeyi ve 400
metre sürmeyi başardı. Durumu fazla zaman geçmeden
fark eden gar yetkililerinin makas değiştirerek boş
bir alana yönelttikleri lokomotif, raydan çıkarak
kenardaki bir elektrik direğine çarptı. Direk
gürültüyle devrildi. Metz demiryolları yetkilileri,
hemen yetişerek lokomotifi kaçıran genci yakalayıp
polise teslim ettiler. (aa)" Radikal, 07.01.2002, s.
24.

TAM KARAR OLMAZ ŞİİR


Şu gördüğün var ya, Atmeydanı’ydı,

İstanbul, İstanbul olmazdan evvel...

‘Tuz limanıydı’ diyorum tüm şu kıyılar...


Bakir idi tüm tepeler ezan sesine,

Zangoçlarla uyanırdı ahali daha çok...

Öyle ya, zangoçların işi ne başka...


Duyulmamıştı hiç, tren sesleri...

Bir kez iki kalyon mu çarpışmıştı,

Ürperivermişti herkes bir anda?..


Şarap?.. Evet o da başkaydı... 

Fenike şarabı, Ceneviz lügatlarında...

Dağıtırdı papazlar her öğün şişe şişe...


Prenses yeni yeni uyanmadaydı...

Sürüp giden yaşamında Kız Kulesi’nde,

Aynısıydı her bir gün, öteki günün...


Doğduğuna bin pişman, hepten kederli,

Şişeler koyverirdi her gün ümitle,

Neden kimse bir şişe olsun bulamazdı?..


‘Ben buldum!’ diyorum, dün gezinirken,

Bir şişe... İçinde boğuluvermişti,

Prensesin yarı hapis yarı kurak yaşamı...


Çok geç kalmıştım evet, bir hayli geçti...

Bir kez bu dünyada hapis olmuştum,

Ne çok özlemiştim Kız Kulesi’niyse...


O zaman sen de yoktun, gözlerin de yok...

Zeytinlikler diyorum, yoklardı onlar,

Duymamıştı bir kez olsun sesini, şerbetçiler...


O zaman yok isen sen, eksik miydi dünya?..

Tam karar idiyse eğer, ya şuna ne demeli?:

Sen varsın artık ya, fazla mı dünya?..


Çok uzakta kaldı ‘tenassur’ hemşireler,

Tarihçi papazların, duyulamıyor sesi...

Günah çıkarmayaysa artık pek sık gitmiyorum...


Dünyayı bilemem ama eksiktim işte ben...

Gezmeden önce senin hayalin,

Bir ucundan bu kentin, öte ucuna...


İyice öğrenmiş bulundum, denizde olduğunu,

Yaşadığını sessizce, batıklar arasında

İnatla yaşadığını! Evet inatla!

Ben başımı bundandır ki her daim,

Başımı ah bundandır ki her yerde,

Boğazın suyuna –evet, böyle- bırakıyorum...

Çoğalmak için bir bir, eksik parçalarımdan... 


Ulaş Başar Gezgin/15.10.2001

TORO LETAL’A AĞIT

I
PASEO

Babam, dedem, büyük dedem, hepisi hepisi, bilir
misiniz,
Göremeden öldü bunu.
Sanırdık yazılmayacak, boğalar lehine bir söz...

Yine de yeminliyim yine de,
Yıkacağım başına lanet seyircilerin,
Tüm dünyayı, tüm evreni bir fiskede...


II
KORRİDA/KUZEYBATI CEPHESİNE

En çok sizi sevdim ben inanır mısınız,
Mısır yiyip durarak beni izleyen kız...
Anladığım kadarıyla esmer teniniz,
Daha da esmerleşmiş güney uçlarda...

Gerçi siz de kimi zaman neşelenmiştiniz,
Katil pikadorlar şiş geçirdi mi,
Koca dünya karşısında küçücük gövdeme benim...
Keşke bir defalık da gülmeyiverseydiniz...

Lakin artık sizi pek fazla göremiyoruz,
Meksika’ya bir kalem geçmiş olabilir misiniz?..
Bakıp İspanyol dağlarıyla baştanbaşta çevrili
Çöllere, bilmiyorum ne diyedir iç çekmedesiniz...

Size bir sırrımı artık verebilirim:
Bugün tüm tabelalara tos vuracağım,
Tüm tribünleri bir anda yıkacağım efendim,
Sarsılacak borsalar Madrid’den başlayarak...

Yalnızca Madrid mi sandınız efendim,
Tüm dünyayı kan kızıla boyayacağım,
Ancak kıyamet günü verebileceğim,
İsrafil suru olacak son nefesimi...

En çok sizi sevdim ben inanır mısınız,
Meksika çöllerinde siz yalnızsanız,
Sanmayınız buralarda biz de yalnızız...
Değil mi dost her yerde dost, yalnız her yerde
yalnız...

En çok sizi sevdim ben inanır mısınız,
Düşüm oldu esmer teniniz sizin,
Siz gidiyor iken efendim Yahudi Mahallesi’ne,
Bilmezdiniz yol ağzında, kimdi bekleyen...

En çok sizi sevdim ben inanır mısınız,
Ondan diyorum sizin olsun, sizin olsun boynuzlarım...
Bugün en çok sizin için, sizin için vuracağım, 
Beş çeşit yedi çeşit, duvarsı tabelalara...


III
BANDERİYERO/KUZEYDOĞU CEPHESİNE

Sizin en çok sarhoşluğunuzu sevdim ben,
Baştan aşağı, sağdan sola tümden beyaz kız,
Bir kez olsun gün yüzü görmemiş olmalısınız,
Bunu vurgulamada sanki, beyaz teniniz...

Geceleri ardışık öpüşleriniz,
Bir tat bırakır bende, gitmezdi sonra,
Çalılara gidelim haydi çalılara,
Bu geceyi tüm geçmişle unutmak için birden...

Gelin görün ki siz de, siz de sevinirdiniz,
Çekti mi kılıcını o katil toreador,
Bir meşrubat daha isterdiniz satıcıdan,
Bilmezmişsiniz gibi, ne çok acı çekiyorum...

Ve hep bulunurdu biraz paranız,
Fazlası değil ama, ne fazla ne az,
Ucuz şaraplardan mıdır hep sarhoş olurdunuz,
Bense size katılmaktan geri durmazdım bir an...

Çok ama çok uzaklardan gelmiş olmalıydınız,
Başka türlücesine bakardınız yaşama,
Başka yaşama bakardınız, belki de bu daha doğru...
Arenada geçerdi benimse kısacık ömrüm...

Yazacağınızı düşünürdüm, gerçekten evet,
Boğaların da tarihini, tribünlerden...
Ama yanlış anladım, ben hep yanlış anladım,
Doğru ya, arenada yazılır tarih... 

Şişeyi atmayınız bana, o boş şişeyi,
Tümden bomboş olsa da derinizin altı sizin,
Bu demek değildir ki, benimki de öyledir...
Kabuk bağlar yaralarım tüm iç organlarımda...

Sizin en çok sarhoşluğunuzu sevdim ben,
Çünkü ancak o zaman sırt çevirirdiniz,
Katil matadorlara, kanlı pikadorlara...
Alkış tutardınız bana, yalnız o zaman işte...


IV
MATADOR/GÜNEYDOĞU CEPHESİNE

Bir sabah kıyıda üşümüşlüğümüz,
Bir gece uzun uzun yol almışlığımız,
Tomar tomar düş biriktirdiğimiz bir gün...
En çok hatıralarınızla avunuyorum sizin...

Sanırım bir tek siz yanımdaydınız,
Ah bir de şu içgüdüler olmasa,
Saldırmayacaktım kırmızılara...
Ama elimden ne gelir, bozuk bir kez gözlerim...

Hissederek şimdi sonum yaklaşıyor,
Şu katili o duvara mıhlayacağım,
Dolaşsın diye boynuzlarımda arenayı baştan başa...
O haini en çok size göstereceğim... 

Uzatın elinizi uzatın son bir kez,
Kapanmasın sabah olmadan, gün doğmadan gözleriniz,
Yarın yok artık bana, size de olmayacak,
Çünkü ben bu dünyayı yıkacağım bir çırpıda...

Uzun olsun isterim şimdi bu son gece,
Güneşi de parçalara ayıracağım,
Üşüdünüz, sokulun, sokulun daha fazla,
Daha fazla acı öykü anlatmayacağım...

Turnalar sökün ediyor, farkında mısınız,
Ağzınızı her açtığınızda usul usul öylece,
Bugün ben gökyüzünü maviye boyamayacağım,
Tüm evreni, usanmazca, kanımla donatacağım...

En çok hatıralarınızla avundum, en çok bakışlarınızla,
En çok meltemlerden bilirdim bu gece gelmeyişinizi,
Size düşlerimi biriktirdim küçücük bir kutuda,
Sizin olsun, zaten artık hiç düşüm olmayacak...

Or’da durmayın canım, hadi yanıma inin,
Dünyayı yıkışımı tam yanımdan izleyin,
Ve benimle verin hadi, son nefesinizi,
Hatıranızla yaşadım, onlarla ölmeliyim!


V
OLE TORO!/GÜNEYBATI CEPHESİNE

Ey şair, ölmedeyim, hem de öldürmedeyim,
Ya peki bilir miydin, insandım ben eskiden,
Belki sen de boğaydın önceden ve bundandır,
Ağlardın, o katiller saplarken o şişleri...

Ey şair, sızlarken gövdem, ne diye ağlıyordun?
Acı çeken ben idim, sırtımda koca şişler...
Bakarım sana bazen, bir şeyler olur bana...
Kimi zaman, doğrudur, ben sen olur sen de ben...

Kim yıkacak bugün peki, dünyayı tümden?
Kim yazacak geride, yıkılırken tüm dünya?
Sen misin şimdi yazan, ben miyim, belli değil... 
Yıkacak sen mi onu, ben mi onu yıkacak...

Bir şiş gelir boynuna, kana bulanır kumlar,
Çoğalır tezahürat, bir kez daha düşersin,
Yıkılmaz lanet olsun, zalim’çin dönen dünya,
Yitip gider bir ağıt, rüzgarında denizin,
Boğa öldüğüyle kalır, şairse yazdığıyla,
Yeniden doğarım elbet, yine boğa olarak,
Bu döngü böyle sürer, zincirse kırılmaz hiç, 
Yeniden doğarım, eyvah, yine boğa olarak...
Yine boğa olarak ben herdaim ölürüm...


Ulaş Başar Gezgin/23.09.2001

UNUTULMUŞ VARLIKLAR ANSİKLOPEDİSİ


Cilt 1: Kadınlar


Unutulmuş kadınlar ansiklopedisinde

Sana ben baş köşeyi ayırdım,

Kalbimin bir tür hatıra defterinde...


Kararıyor görüntün, yıllar geçtikçe,

Eskiyor bizim bellediğimiz şarkılar,

Yeni metro hatları açılıyor, kapanıyor,

Mağazada bir yangın çıkıyor, söndürülüyor,

Alkış tutuluyor genç zanaatkara,

Doluyor boşalıyor, doluyor boşalıyor belleğim,

Sana ben bu ciltte binlerce sayfa,

Sana ben bu ciltte binlerce madde,

Sana ben milyon hokka mürekkep verdim...


Yeni zalimler çıktı yeni mazlumlar ile,

Çıkamadı nedense, kurtarıcı peygamberler,

Acı çekiyor kapısının önünde herkes ayrı ayrı,

Herkes ayrı ayrı düşlüyor, umut ediyor, şarkı
söylüyor.

Kart yutmada ısrarlı telefon kulübeleri...

Sallanıyor kara kışa başkaldıran çamlar rüzgarla,

Hep yalnız, hep tek kurşun artık, başkaldıranlar,

İktidar oluyorlar, milyon, milyar olunca;

Unuttum onu da, kaç kişi vardı...


Unuttum ismini, yüzünü, yürüyüşünü,

Sen değilsindir şimdi belki sen,

Bilemeyeceğim bunu hiçbir zaman...


Seni ben bu ansiklopedide yüzbin sayfa anlattım,

Hatırlasaydım az’cık, bur’da olmayacaktın...


Unutulmuş kadınlar ansiklopedisinde

Kırmızı pabuçlarını yazdım, yeşil şalını...

Görülmemiştir bu kadar laubali bir madde...



Ulaş Başar Gezgin/ 31.03.2002

VAPURLU ŞİİR


İskeledeki yarı mahzun yarı salaş bir kasetçi...

Artık or'dan biniyorum vapurlara tümden kaçak...

Elimi uzattım mı bir, verdim mi selam,

İçine çekiyor beni, akışkan müzik...


İçine çekiyor beni, yok yalanı bu işin...

Dışında, taaa dışında, kapanan tüm pancurların,

Donuyor bir çocuk arka bahçede,

Kuruluyor, dolup duruyor yine de semt pazarları...


Eksilmez bir kişiyle insanlık; bu, kesin...

Bundan mıdır deniz üstü mum yaralı martılar,

Neyi gördülerse dün, simit tutan ellerde,

Bugün de başka bir şey görmeyecekler...


Solumak mümkün kasetçide soğuk havayı... Geçmişten
esintilerle ürpermek mümkün...

Kasetçide iki kardeş sanki geçmişte, konuşmaktalar
bugün hakkında...

Küçükken sanki bir bir azat edecek, babaları, esir
düşmüş tüm bulutları...

Sakınır sanki külünü kendinden... Göğsünü sanki,
sakınır kardan...


Yalnız bugünü aydınlatır yalnız şimdiyi, şehrin
ışıkları...

Temenni etmedeyim kalmasını izlerin, çimento
üstünde...

'Kalsın!' diyorum 'harap şehrin duvarları bir süre'...

Kaçabilir vapur belki... Yetişmek gereklidir belki...
Son vapur olabilir...


'Vapur' diyorum 'aktarma da yapabilir, herşey
olabilir'...

İnebilir bir kez daha, tuzlu suya filikalar...

Kaptan ile farelerin topyekün intiharı,

Önce bindirilmeyen çocuklardan olabilir...


Sussun artık gürültüler, şehre has tüm gürültüler...

Dinlensin: Sustu mu son kasetçi, canhıraş iskelede,

Kara denize karışacak, deniz göğe, gök karaya...

'Susmasın' diyorum -işte bundan- 'susmasın o
kasetçi'...


Son vapurdur her vapur, bakıldı mı ardından...

Son vapurdur her vapur, içindeyse sevgili...



Ulaş Başar Gezgin/07.01.2001

YEŞİL PARKALARA GÜZELLEME


“Dört hain kurşun deymiş

Delik deşikti parka” –Cem Karaca


İnsan sığmamaya görsün içine,

Bir kenara atılırmış yeşil parkalar


Hak’katen: Sığmadı mı içlerine insan

Nereye atılır yeşil parkalar?..


Duyduk ki bir kısmı bu parkaların

Abiden kardeşe devredilirmiş...


Biliriz, eskise de yeşil parkalar,

Pekala oğul da torun da giyebilir...


Hangi terzi yamadı delik deşik parkaları?

Yoksa öyle mahzun, boynu bükük mü kaldı onlar?..


Rastlanmıyor artık, kırmızı fularlara

Rastlanmıyor artık, yeşil parkalara

Terziler mi bıraktı parka, fular dikmeyi,

Ellerinde mi kalıyor diktikleri?..


Blucin, tişört, üstüne Amerikan kepi,

Yaşasın halkların kardeşliği;

Amerikan gibi giyinmek değil mi ki, kardeşin gibi;

Halkların kardeşliği?..


Dünyanın en istikrarlı ibresi belki,

Çerçi Hüseyin Dayı’nın kirçil kasketi...


Parkalara özgürlük beyler, görüşelim bu tasarıyı...

Fularlara özgürlük! Oylamaya sunuyorum...

Bunca yıl arşın arşın dolaşmışım dünyayı,

“Parkasız, fularsız adamdan, adam olmaz” diyorum...


Çıkarın dolaplarınızdan yıllanmış parkalarınızı,

Yıllar yılı dolapta sakladığınız kimliklerinizi,

Hem yer açılır evde, çarşafları koyarsınız,

Hem yer açılır dünyada, eski çağların güzelliğine...


Yeni çağların da olur o vakit, güzelliği eski
çağların...

Beyler size söylüyorum, kimliğinizi artık
saklamayın!..



Ulaş Başar Gezgin/ 31.03.2002, Gazi Üniversitesi

YOKŞARKI
 
O şarkı hiç bir vakit duyulmadı hiç bir yerde…
 
Karanlık, upuzun gecelere eşlik eden;
Bir kıtadan bir kıtaya yorulmazca yürüyen;
Çiçek veren, her mevsimde, her iklimde, her şehirde;
O şarkı değildi… 
 
Her pazar, yaralı bir ceylanmış da, seke seke gitmede;
Yükselerek perdede, her tabut görüşünde;
Taşı kırık bütün o mezarlarda gezinen;
O şarkı değildi…
 
Genç annenin ninnisi, yetebilir tüm evreni uyutmaya;
Yalnız sakız değildir çocukların ağzında;
Heyhat, tekerlemeler de, maniler de, tezahüratlar da;
O şarkı değildi…
 
Senyoludur; başa döner, bir kez sona geldi mi…
Senkopludur; aksar durur, ritim dışına kayar…
Susla biter, bekarlıdır, bemollüdür, diyezli…
Var ise o şarkı…
 
Neyde güzel çıkar amma, fagotta pesdir…
Bir raksa çok güzel malzeme olabilir…
Onu en çok gezgin ozanlar bilir…
Var ise o şarkı…
 
Yuvasından düşmüş kuşun, gökyüzüne söylediği…
Irmağın o kayayı oymadaki hazzı…
Alır onu doruklara götürür, dağda yankısı…
Var ise o şarkı…
 
Oysa çıkmadı o şarkı, ağzımızdan… Yo… Çıkmadı…
Senyo yok, senkop yok, sus yok, diyez yok…
Fagot yok, ozan yok, ney yok, raks da yok…
Yuva yok, kaya yok, kuş yok, doruk yok…
 
Duruyor notalar çekmecede öyle mahzun…
Kırışık yüzü ile bakmada, coşkulu şef…
Yanlış biliyor, bu şarkının “Yokşarkı” adı…
Daha önce çalınmadı, sonra da çalınmayacak…
 
Ulaş Başar Gezgin/26.12.2001

YOLCU KALMASIN


Ner’den gelir nereye gider bu tren kimbilir...
Kimbilir, yol yorgunluğunu birgün makinist,

Atacaktır, eğreti bir köy kahvesinde; tüm sürüler bir
anda öylece yitecektir...


Raylar boyunca uzanan yollar, belli ki bir yere
varmayacaktır...

Bandosu olmayan kasabalar ıssız; vadiye açılan dağ
yolları dar...


Yılların bıraktığı, kirpiklerimize; belki de berrak
sular olmayacak,

Bir tünelde düşüverecek makinist; sayaçlar, saatler,
göstergeler üstüne...


Merdiven bu, bir inilir bir çıkılır... ‘Şimdi
geliyorum’ derken büfeci,

Bilmezse de en son gidişidir bu; iniş-çıkıştan böyle,
ilk defa hoşnut kalır...


Dağıttın bizi evet, ey hain hayat! Hissetmedik
arkamızda rüzgarı, bir kez olsun,

Kim toplar şimdi bizi, tüm takımadalardan; toplansın
tüm pazarlar, geç oldu saat!..


Yas tutamadık –törensiz- bıçaklanan atlar için;
bilemedik, sallanırken bir o yana bir bu yana,

Sarhoş değildi o atlar, sızılıydılar daha çok; hep
önüne bakan insan, arda kalanı ne bilsin...


Parlasın ardımızda, tren rayları upuzun; titriyorsa
elleri, güngörmüş makinistin,

Az kaldı demektir bu, o en son istasyona... Bu sefer,
son bu sefer, bu sefer huzur için...


Bu sefer, son bu sefer; haydi! Yolcu kalmasın!


Ulaş Başar Gezgin/26.11.2001

YUNGEN: ZEYREK'TE BİR UZAKDOĞULU


'Ben' diyorum, 'Zeyrek'te nicedir adayım bir'

Kimdir mi 'ben' dediğim, var ya canım: Yungen.

Çekik gözlerimle topladım çoğu zaman çöpleri

Bir geri bir ileri; böyledir yaşam çok çok...


Taşlanmadım mı sanki, kimi zaman, şeytan diye,

Değil midir sanki gökyüzü, hepimizin...

Ama derttir dolaptır nedir bilmedim...

İşlemez aklım, güneşten gerisine...


'Güneş' diyorum, sadık dostumdur,

Nereye gitsem hep vardı o,

Vızgelir ona, tırıs gider,

Değişmişliği yüzyılların, hükümdarların...


Doğrudur, el açarım ona uzun uzun,

'Güneş' derim, 'nereleredir gidişin?..'

Başka işin yok mudur, ne yaparsın yukar'da,

İyice ısınır hava bir anda, anlarım: Dinlemededir
beni...


Tek kelime anlamıyorsunuz benim sesimden,

Hoş; ben de sizden birşey anlıyor değilim...

Yaşayıp gidiyoruz böyle insan insana,

Güneşledir benim, tek yarenliğim...


'Ben' diyorum 'Yungen', ya siz kimsiniz?

Elinizi vermez misiniz bana soğuk günlerde,

Üşürüm çünkü ben de cami avlusunda...

Ne dediniz? Duyamadım sesinizi...



Ulaş Başar Gezgin/10.08.2001