AHMED ARİF
«Bir şair: Ahmed Arif
Toplar dağların rüzgârlarını
Dağıtır çocuklara erken»
«Hasretinden Prangalar Eskittim» kitabıyla Ahmed Arif’in
şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde zaten öteden
beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı.
Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır.
Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu
arada fikir ve sanat hayatımızda yerleşik değerler ile yeni değerler arasında,
yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek
şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanıksız
değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir. Ayrıca sağlam
değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır.
Bunun için, iyidir diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir
«pazarı» olan Ahmed Arif de bu arada bu durumdan fırlayıp okura uzanmak
olanağını buldu, ya da gereğini duydu.
Ahmed Arif Diyarbakır’lı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir iki
dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde,
felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkardığı
sıralarda Orhan Veli ve
arkadaşları şiire iyice hâkim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin
Eyuboğlu'nun deyimiyle “halk olarak sanatın” dolaylarında dolaşılmaya
başlamıştı. Bütün gençler, bütün yeni yetmeler
Orhan Veli'ye,
Oktay Rıfat'a,
Melih Cevdet Anday'a
öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka
şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur.
Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikle, aralarında kendi çıkış
noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan
kimseler de yok değildi. Ahmed Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk
şiirinde bile. Gariple gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve
bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda
çalışan birkaç şairden biri de odur.
Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım
Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet'in de bulunduğu çizgide
gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet,
şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan
«büyük ve bereketli bir ırmak» gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları
söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları «âsi» dağları. Uzun ve tek bir ağıt
gibidir onun şiiri. «Daha deniz görmemiş» çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun
arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına
işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına
dönülecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir
parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih
özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın
şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği
ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.
1959-1962 yılları arasında Ankara'daydım,
Muzaffer Erdost
tanıştırmıştı bizi. Hemen dost olmuştuk. O sıra, Muzaffer Erdost Ulus
gazetesinin basımevi müdürüydü. Ahmed Arif de Medeniyet gazetesinde çalışıyordu.
Haftanın üç-dört günü beraberdik. Daha doğrusu üç-dört gecesi. Ben, geceye
doğru, saat 11-12 sıralarında Ulus gazetesine giderdim. O ara, kendi gazetesini
erkenden bağlamış bulunan Ahmed Arif de oraya gelmiş olurdu. Muzaffer'in
odasında oturur, sabaha kadar konuşurduk. Nelerden konuşurduk? Her şeyden.
Sabahleyin, yürüye yürüye Kızılay'a kadar gidilir, orada ayrılınırdı. Yaz, kış,
hep böyle. Bu sıkı ilişki birbirimizi iyice tanımamıza yardım etti. Her şairin
konuşma tarzıyla (hattâ yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık, bir benzerlik
vardır muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan
bir şaire ilk kez Ahmed Arif’te raslıyordum. Onun şiiri, konuşmasından alınmış
herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirin her yöne doğru bir devamı
gibi. Bir bakıma «Oral» (ağza ilişkin) bir şiirdir onunki. Bizde oral şiirin
tuhaf bir kaderi vardır: bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe
düşülür, ya da harcıâlem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense
şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin elden
çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arif’in şiirinde böyle bir sakınca yok. Hiç
bir zaman söyleve düşmez. Bir duygu sağnağı, imgeler halinde, sıra sıra mısralar
kurar. Ana düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyür
belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmed Arif, kendi şiirine en
uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir. Anlatımıyla, şiirin özü
arasında özdeşlik vardır. Türkçe destan türünün en ilginç deneylerini yapmıştır.
En ilginç çıkışını desek daha yerinde olacak Bir yalçınlığı koyuyor şiirine
Ahmed Arif, bir graniti. O yalçınlıktan, birden, sınır köylerine iniyor;
«tavukları birbirine karışan» insanları anlatıyor. Bu birdenbirelik onu kekre
diyebileceğimiz bir lirizme ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silah
koleksiyonunun arasından görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini
görüyorsunuz. Ahmed Arif, Doğu Anadolu'nun, sınır boylarının yersel görüntüleri
içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu türkülerine ulaştırıyor
onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor onların arasında. Doğu Anadolu
insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor. Sonra
bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu.
Pir Sultan Abdal'ı, Urfa'lı
Nazif'i, Köroğlu'na, Bedrettin'e
götürüyor. Büyük bir sevgiye, bir umuda çağırıyor Anadolu insanını; gözlerinden
öperek, çıldırasıya severek. Evet, halk türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif.
Yalnız, halk kaynağının, edebiyat için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü
olanak taşıdığını, hatta öbür halk kaynakları içinde türkülerin o kadar da büyük
bir ağırlık taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına eğildiklerini
sanan başka şairlerden ayrılıyor. Onlar gibi sadece türkülere yaslanmıyor.
Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı tâ temelden takınıyor.
Çalışmalarını ona göre yapıyor.
Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir, dedik.
Bir de, Paul Eluard için söylenmiş
bir sözün onun şiirine de uyduğunu söyleyelim: Paul Eluard’ın şiiri imgenin
tutsağı değildir; gerçeküstücü döneminde de, ondan sonraki dönemde de, şiirin
temelinde yatan ana öğe, mısraların kısalığı, kuruluş tarzı ve bunların
birbirleriyle bağlama biçimi sayesinde ipuçlarını hiç bir zaman saklamamıştır.
Ahmed Arif’te de öyle. İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu
özelliğini ilk anda kullanır. «Hasretinden Prangalar Eskittim»de bunun birçok
örneğini görüyoruz. Sonra imge onda sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma şiirin
kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin
oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik
gösteriyor. Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler inanılmaz bir
çarpıcılık, bir imge yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif’te. Öte yandan, şiirin
içinde birer ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de
önem kazanmaktadır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arif’e özgü
gizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta, ya da bütün
şiir çekidüzenini onlarda bulmaktadır.
Sözgelimi, Otuzüç Kurşun'da:
Yakışıklı
Hafif
İyi süvari
mısralarının;
yine aynı şiirde:
ve karaca sürüsü
Keklik takımı...
mısralarının böyle bir işlevi vardır.
Bu, Mayakovski'nin ritm
elde etmek için yaptığı biçim çalışmalarını akla getiriyorsa da, aslında bu
noktada iki şairin tutumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Mayakovski için,
ritm, bir yerde, her şeydir; «şiirin temel gücünü» ritmde bulur o; bir
endüstriye benzettiği şiir için ritm manyetik gücü ya da elektriklenmeyi temsil
eder. Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama
aralarındaki asıl ayrım surda sanırım: Mayakovski'de ritm, bir bakıma, şiirin
dışında bir yerdedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay
ses benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski ritmi
ses'te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun şiiri bir
noktada «oral» niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin
en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu
bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok şairin onun
etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile «Hasretinden
Prangalar Eskittim», geç kalmış bir kitap değildir. Bir de şu bakımdan geç
kalmış bir yapıt değildir «Hasretinden Prangalar Eskittim»: Yaşsız bir şiirdir
Ahmed Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların «aktüalite»siyle
doludur. «Künyesi çizileli» kimbilir kaç yıldız uçmuştur. Dirsek teması içinde
bulunduğu köylülerin, yürüyerek gezdiği kasabaların arasından tarihi kalın
çizgilerle görmeyi sever. Tarihi ve uygarlığı. Yalnız, «Diyarbekir
Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi»nde daha güncül bir tavrı var.
Otuzüç Kurşun'da da biraz öyle. Bir yerde
tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç
kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da
yayımlansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence.
Hollanda'ya gittiğimde orada Van Gogh'un sarılarının kaynağını bulmuş ve daha
çok sevmeye başlamıştım. Van Gogh'un resimlerindeki sarıları. Çünkü
Hollanda’daki coğrafya’nın yeryüzü şekillerinin, bitkisel örtünün sarıları Van
Gogh'u içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun çalışmasını gözümde daha
da büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma arasındaki böyle bir ilişki
sanat yapıtının değerini artırıyor. Sanat yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır,
ama bütün bütüne de ondan kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını
taşımalıdır.
Aynı şekilde, Erzurum toprağını gördükten, Doğu Anadolu'daki yeryüzü
şekillerini, iyice dolaşıp, içime sindirdikten sonra,
Aşık Veysel'in sesine daha çok tutuldum.
Van Gogh'un sarıları Hollanda toprağının baskın renklerini taşıyor, bir yerde
onlara katkıda bulunuyordu, onların arasında açılmış çılgın, sanrılı çiçekler
gibiydi. Aşık Veysel’in sesinde de Doğu Anadolu toprağının rengi, kıvamı, taşıl
niteliği, köy evlerinin içinden geçen arklar, yüzükoyun yatarak su içen
delikanlılar, genç kızlar vardı. Ahmed Arif’in şiirinde de, şiirini yaparken
kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin, yapıtına koyduğu hayatın çok
tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle destan timinde bunun nice önemli
olduğunu anlıyorum Ahmed Arifi okurken.
Cesareti söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği.
Bir pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi.
«Dostuna yarasını gösterir gibi».
Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalnayak ve ayakları
yanarak.
Cemal SÜREYA
Papirüs — Ocak 1969