DÜŞÜNCENİN ŞİİRİ
Valery şiirin fikirlerle yapılamayacağını savunur.
"Şiirin içinde fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır"
sözü de oldukça ün kazanmıştır. John Ciardi'nin de bir sözü varmış, yeni
öğrendim : "Şiir fikirlerden söz açmaz, onları bir aktör gibi temsil
eder," diyor. Ben bu yargılardan şunu çıkarıyorum : Demek oluyor ki şair, en
önce bir özümleyici; kendinde var olan bir şiir ortamına, ya da bir şair
duygusallığına bazı düşünceler katmadan edemiyor; onlarsız yürütemiyor
şiirini. Ayrıca, önce edindiği, sonra da şiirine ulaştırdığı bu düşünceler
yok mu, onları gizleyip belli belirsiz bir hale getirmeyi de ustalık sayıyor. Okuyucuya
gelince, onun durumu başka : O şairin düşüncelerinden çok, bu düşünceleri
saklayan duygularla oyalanıyor. Şiir diye yüzeyde kalan bir görünüşü benimsiyor.
Böylece duygulandırma dediğimiz, şiirin herhangi bir niteliği değil de, şartı olup
çıkıyor.
Burada şöyle bir
soru geliyor insanın aklına : İyi ama şair için düşünce bu kadar gerekliyse onu
duygular haline getirmenin, daha doğrusu düşünceyi duygularla sindirmenin ne gereği
var? Şair böylesi bir davranışla neyi savunmuş oluyor? Şiiri mi yoksa bir başka
şiir türünü mü? Yani düşünceyi bunca gizlemek, şiir yazmanın ilkelerinden mi? Ya
da şair ister istemez alışkanlıklarını mı sürdürüyor; belli bir şiir
geleneğinin tutsağı olmaktan kurtulamıyor mu?
Bu soruları öyle bir
iki cümleyle yanıtlamak kolay değil. Değil ya, gene de bir çıkar yol bulmak
elimizde. O da şu : düşünceyi örtmek alışkanlığı yerine, onu açığa
çıkarıp, şiirsel mutluluğa bu yoldan varmayı denemek. Yani düpedüz
"düşüncenin şiiri" ni bulmak, onu yaratmak...
Bakıyoruz da, şiir
ilkin düşünmekle başlıyor. Hatta şiir denen olayı, ancak bazı düşünce
yöntemlerinin yardımıyla ortaya çıkarabiliyoruz. Üstelik bilimin, felsefenin sanatla
bunca kaynaştığı günümüzde, düşünceyi eski bir şiir alışkanlığıyla
örtmek elimizden gelmiyor. Yani "düşüncenin şiiri" önce bir zorunluluğun
şiiri oluyor.
Bana kalırsa şair de
başka türlü davranmak istemiyor zaten.
O da asıl düşüncelerini söylemeye , bildirisini
ulaştırmaya çalışıyor. Ne var ki, bunu yapamadığı, ya da yapmak istemediği
zamanlarda , bazı kuramlar çıkararak, işini hem güzel, hem de yüce göstermenin
yolunu buluyor.
"Düşüncenin
şiiri" deyimi, önce düşünürlüğü, yani şairi bir düşünür olarak bellemek
gerektiğini çağrıştırıyor. Ama bunu özcülükle karıştırmamak gerekir. Çünkü
her biçimli söz, aynı zamanda bir özü de kapsayabilir. Oysa düşünü şiiri, özcü
dediğimiz şiiri de kapsayabilecek bir bütünlüğün, bir güçlülüğün şiiridir.
Divan edebiyatından bu yana
özcü diyebileceğimiz birkaç şaire rastlıyoruz. Ne var ki onları yapıtlarıyla
değil de, tutumlarından ötürü değerlendirebiliyoruz. Örneğin Tevfik
Fikret, Namık
Kemal gibi şairler, daha çok devrimci, gönülleri toplumsal savaşlara yatkın
kişilerdir. Yapıtlarını toplumsal düzensizliklere çevirmişler, şiirlerini bu
uğurda bir araç olarak kullanmışlardır. Hatta kişilikleriyle, serüvenleriyle
çağdaş Türkiye' de birer "myte" olarak anılagelmektedirler. Özcülüğün
bir akım olarak belirmesine gelince, bunu da Orhan Veli
- Melih Cevdet - Oktay Rifat
öncesinin şiirinde aramamız gerekir. İşte o süre içinde yazılan şiirler, özcü
davranışın en bilinçli, en etkin şiirleri olmuştur. Etkin diyorum, çünkü bu
başlangıç Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirinden ayrı bir çizgide
süregelmiştir. Ama aynı özleri savunmak isteyen şairler, bu özleri belirleyen
kelimeleri, deyimleri etkisiz birer simge haline getirmekte yarışmışlardır
sanki. Orhan Veli bile - daha çok son şiirlerinde - bu akımdan payına düşeni almak
istemiştir. Ne var ki yazdığı şiirlerde bir evrim değil de, alınmış bir karar
egemen olmuştur. Giderek şunu da söyleyebiliriz : politik kaygılar, ama salt bu
kaygılar yeni şiirin ustalarını sınırlamış bir bakıma iğdişlemiştir. Çünkü
onlar özcülüğü bir aşama değil, amaç olarak bellemişlerdir. Böylece
tekyanlı olmaktan kurtulamamışlar; yani politik anlayışlarını da kavrayacak bir
bütünlüğe erişememişlerdir.
İşte bu birkaç
davranışın dışındaki şiirimizse biçimciliğin, ya da aşırı biçimciliğin
şiiri olmuştur. Kişilikler bile biçim değişimlerinin kişilikleridir. İşte ne
Ahmet Muhip' e bakarak Cahit Sıtkı'yı yadırgayabiliyoruz., ne de Cahit Sıtkı'yı
okuduktan sonra bir Sabahattin Kudret'i, Necati Cumalı'yı...Nedim'le Şeyh Galip'i,
Yunus Emre'yle Karacaoğlan'ı bile hep böyle düşünmek gerekir. Bugün bile ilk
kitaplarını yayımlamış bulunan Kemal Özer' in,
Ece Ayhan' ın kendinden öncekilerle
bir çatışmaları olduğu söylenemez. Bütün bu ufak tefek ayrımlar, bir biçim
ayrımından, dolayısıyla kısa bir öz başkalığından öte nedir ki?..Yurdumuzda
düşünürlüğünden ötürü kişilik yapmış; biçim anlayışını, duygu
fazlalığını bu yolda harcamış şair var mıdır, bilemiyorum.
Şimdilerde şiirde yenilik
sevinci, ya da yenili sözünün bunca edilir olması bütün bu sorunları batırıyor.
Kendi dünyalarımızı, kendi alışkanlıklarımızı kınayamıyoruz. Üstelik bu
alışkanlıklar da, şiir geleneğimizden doğan alışkanlıklar. Yani bir sürü biçim
formülleri, sonra da bu biçimlerden elde ettiğimiz yeni biçimler...Ionesco, bunu
sahneye uygulayarak şöyle diyor : "Sahneye söz koymak..." Yani söze
yüklenen duygular, düşünceler bir yana; sözü, sahne içinde nonfigüratif biçimler
haline getirme çabası...Günümüz şiirini de bir sürü öğelerden soyarak,
"sözlerle yeni biçimler kurmak" diye tanımlayabilir miyiz, bilmem.
Tanımlasak da, böylesi bir kahramanlığa, sonu "çıkmaz yol" olan bu
uğraşa kaç sanatçının gönlü yatar acaba? Ama biz ne dersek diyelim, şiirimizde
bir aşırı biçimcilik dönemi başlamıştır. Sebepleri ne olursa olsun, bu gerçeği
görmemezlikten gelemeyiz. Ne var ki, nu arada, belli belirsiz kıpırdanmalar da yok
değil. Son günlerde "Değişik kişilikler" deyimlerinin söz konusu olması da
bunu anlatıyor. Çünkü değişik şiir alanları, ancak değişik düşüncelerle,
düşünme yöntemleriyle kurulur. Bu da bir düşünü şiirine geçme eğilimini
gösterdiği gibi, "sözlerle biçimler koyma" nın bir iki şairden fazlasını
kaldıramadığını da tanıtlar.
Ben ayrıca duygudan,
biçimden düşünce adına yararlanmayı, kendi gerçeklerimize de uygun buluyorum. Hatta
şunu da söyleyebilirim : Batının şiir dünyasında yeri olan, ya da Batı şiirine
etkin bir Türk şiiri yaratmak istiyorsak seçeceğimiz yol bu olmalıdır. Orhan Veli ve
arkadaşları "halkın şiir zevkini" bulmaya yöneldiler başardılar da. Bize
gelince, bütün bu davranışları kapsayabilecek bir anlayışla yazmamız gerekiyor.
Galiba "zor şiir" dediğimiz de bundan başkası değil.
"Batının şiir dünyasında
yeri olan şiir" derken, şimdilik sadece Batıya özendiğimizi söylemek istiyorum.
Oysa onların gerçekleri bambaşka. Şiirleri de çeşitlilik ve değerlilik bakımından
yüklü. Salt toplumsal kaygılarla yazan şairleri bile, çeşitli görüşleri savunup
tartışıyorlar. İşte bu çeşitlilik içindeki her davranış da toplum katında bir
anlam kazanıyor. Örneğin "Gerçeküstücüler"in çıkışı, toplumsal
yasaklara, baskılara bir başkaldırma olarak değerlendirilmedi miydi? Gene İkinci
Dünya Savaşı'nda aşk şiirlerine düşen Fransız şairleri yanında; emperyalizme,
insan haklarının çiğnenmesine kafa tutan şairler de yok muydu? Ama bu iki
davranışın da tek bir simgesi vardı denilebilir: Dayatmak!..Biri aşkla, öteki
kavgayla... Bize gelince , şiirimizi sarmış bulunan "aşırı biçimcilik"
sadece" sadece Batıya öykünme diye yorumlanabilir. Hele son günlerde
dergilerimizi kaplayan şiirler Batıyı iyi bilen bir avuç aydını bile doyurmaktan
uzaktır. Batı şairlerinin tutumları, yöntemleri elbette önemlidir; ama sadece
önemli... Rus şiirinin ekininin, önderlerinden olan Puşkin bile, Batıda, öteki rus
yazarlarından daha az sevilmiş, daha az yadırganmıştır. Çünkü Rusya'da, Puşkin
kadar Batı zenginliğinden yararlanan bir yazar daha gösterilemez. Oysa bu yazar
edindikleri, kendi toplumunun gerçekleriyle bağdaştırmasını da bilmiştir. Bizimse
böyle bir sorunumuz yok! Melih Cevdet'in de bir yazısında belirttiği gibi,şiirimiz,
Doğunun etkisinden kurtulmuş, bu kez de Batı şiirine sığınmıştır. Hem de nasıl;
Batının şiir anlayışına vardıktan sonra,bundan kendi gerçeklerimize uygun bir
sonuç çıkararak değil de, doğrudan doğruya bir şiir ithaline girişmekle...
Sonuç olarak şunu
söylemek istiyorum : Evet, şiir biçimdir; değişik biçimler yaratma sanatıdır. Ama
ben, şimdilik buna inanmak istemiyorum.
Edip CANSEVER (Yeditepe, 16 Temmuz 1959)